Ana SayfaKültür - SanatDüşünde Gerçekle Yüzleşmek: Yaban Çilekleri

Düşünde Gerçekle Yüzleşmek: Yaban Çilekleri

Ingmar Bergman’ın mutsuz çocukluğuyla ilgili çok fazla tartışma söz konusu.

Sıkı bir Lutheran ailenin oğlu olan Bergman, annesini İmgeler kitabında “soğuk ve reddeden” olarak tanımlar. Papaz babasının küçük itaatsizlikler için kendisini karanlık dolaplara kilitleyerek cezalandırdığını ve çocukluğu boyunca şiddet gördüğünü aktarır. Ne var ki bu şiddetli disiplinin gazabını hisseden sadece kendisi değildir, bu durumdan muzdarip bir ağabeyi bir de kız kardeşi vardır. Tüm bu travmalar hayatı boyunca Bergman’ın peşini bırakmamış, filmlerine de yansımıştır. Hayatından yansımalar içeren filmlerinden birisi de Yaban Çilekleri’dir.

“Yaban Çilekleri İsveççe bir deyimin parçasıymış meğer. Gizli bir sığınağınız, kaçacak bir yeriniz, ‘yeryüzünde bir cennetiniz’ varsa, ona ‘bu benim yaban çileği bahçemdi’, diyormuşsunuz. Çünkü yaban çilekleri, gerçek hayatta, mesela bir orman yürüyüşünde, aniden karşınıza çıkıp sadece size sunulan bir hediye gibi ellerinize bırakıyormuş kendisini. Siz de çilekleri bir güzel yiyip bu keşfinizden kimseye söz etmiyormuşsunuz. Onun için İsveçliler, gizli tuttukları anılar ve başkalarıyla paylaşmadıkları hazineleri için bu deyimi kullanıyorlarmış.”

Gelin, Bergman’ın filmine neden bu ismi layık gördüğünü anlamak için kısa bir yolculuğa çıkalım sizinle.

“Yaban Çilekleri” adlı filmimizin başkarakteri 78 yaşında Isak Borg adında bir doktor. Film, karakterin içi boş ödüller ve aile üyelerinin fotoğrafları ile çevrili çalışma masasında oturmasıyla başlar. Karakterin giriş sahnesinde söylediği biyografik birkaç bilgiden meslekteki 50. yılı için ertesi gün Lünd Üniversitesine bir törene gideceği anlaşılır. Ardından söylediği “İnsanlarla olan ilişkilerimizde temelde onların karakter ve davranışlarını tartışır ve değerlendiririz. İşte bu yüzden bu sözde ilişkilerin tümünden kendimi çektim, bu benim yaşlılık günlerimi daha da yalnız kıldı.” cümlesi, filmin bireyin yalnızlığı ve bu yalnızlığa nelerin sebebiyet verdiği üzerine gelişeceğini seyirciye hissettirir. “Isak Borg’’ isminin “buzdan kale” anlamı taşıması da kafamızda bazı taşları yerine oturtur böylelikle. Bergman’ın kullandığı gömülü anlatım, bu alanın Isak’ın kutsal alanı olduğunu ve entelektüel zihnini bir bakımevi olarak kullanılan bir odada uyardığını ima eder. Yardımcısı, odanın kapısını çaldığında temel fiziksel ihtiyaçlardan ötürü olmadıkça doktorun bölünmekten hoşlanmadığı anlaşılır. Bu sahnenin altında Isak’ın hayatında mecazi olarak kapıları kapattığını ve başka kimsenin girmesine izin vermediği anlamı gizlidir.  Hikâye, ödül töreninden bir gece önce Isak’ın gördüğü rüyayla başlar. Rüyasında kimsenin olmadığı çıkmaz bir sokaktadır. Şaşkınca etrafına bakınırken ilginç şeyler dikkatini çeker. Önce akrep ve yelkovansız devasa bir saat görür, bu saat yaşadığı zamanını boşa geçirdiği anlamını taşır. İkinci olarak balondan bir adam görür, bu adam ise boşa doldurulmuş bilgi ve eğitim hayatını imgeler. Son ve en ürkütücü olanı ise atlı bir arabanın sokak lambasına çarpmasıyla kendisini sokakta düşmüş ve kırılmış bir tabutta görmesidir. Velhasıl rüya, geçmişin ve yalnızlığın form bulmuş halidir.

Gördüğü bu tuhaf rüya, ölümünün yakın olduğu bilincine varmasıyla hayatına yepyeni bir yaklaşım getirir. Rüyanın ürkütücü gerçeküstücülüğün karakterimizde bıraktığı etkiyle ertesi gün uçakla gideceği ödül törenine arabayla gitmeye karar verir. Doktorun yolculuğuna, bir süredir eşiyle yaşadığı sorunlardan dolayı yanında kalan gelini Marianne eşlik etmeyi teklif eder. Böylelikle filmde hem coğrafi hem de ruhani bir yolculuk beden bulur. Yolculuk, bencilliğinin yozlaştırdığı bir yaşamın bilançosunu yapma fırsatını sağlar Isak’a.

Yol boyunca Isak sevgiyi, evliliği ve arkadaşlığı sorgulatacak olaylar ve rüyalar görür.

Bunlardan ilki, gelininin kayınpederine kendisinin de eşi Evald’ın da Isak’a bir sevgi hissetmediğini açıkça söylemesi ve bu sert söylemini destekleyen laflar etmesidir. Yol üzerinde ilk gençlik yıllarında yazlarını ailesiyle beraber geçirdiği yazlık evde dururlar. Hem kuzeni hem de nişanlısı olan Sara’nın kendisini götürdüğü Yaban Çilekleri Köşesi gözünün önüne gelir. Isak rüyayla karışık bir şekilde o evde geçen olayların arka planına bakar.

Sara ve kendinden 2 yaş küçük erkek kardeşi Sigbritt’i görmesiyle başlıyor rüya. Bana kalırsa sahnenin asıl gücü, amcasıyla balığa çıkmış olması sebebiyle Isak’ın bizzat tanık olmadığı anlara dair olması. Bir nevi hayatındaki eksik halkayı buluyor Isak, neden reddedildiğini yine öğrenemiyor ama neticede reddedilmiş olduğunu ve Sara ile birleşememesinin aslında hayatın olağan akışından ötürü değil de bir seçim sonucu gerçekleştiğini öğreniyor ve bunu kabulleniyor. Kaderin cilvesinden kaybetmiyor Sara’yı. Aksine tam da onu o yapan niteliklerinden ötürü, bizzat Isak olduğu için reddedildiğini anlıyor. İşte reddedilmenin en acıtan tarafı da bu olsa gerek: “Her şey ne kadar da adaletsiz.”

Gözlerini açıp gerçek hayata döndüğünde yanında başka bir Sara var.

Bu genç kız bir otostopçu olduğunu, iki erkek arkadaşıyla beraber İtalya’ya gittiğini söyleyip arabalarına alıp almayacaklarını sorar. Bu üç otostopçuyla yollarına devam ederken Isak’ın olumlu diyaloglar kurduğu göze çarpar ki buna arabasına aldığı üç gencin ortama kattığı hava sebebiyet verir. Marianne arabayı sürerken Isak yine uykuya dalar ve kendi kendine yönelttiği eleştirilerden oluşan bir düş görür. Kaza anıyla uyanan Isak’ın hayatına iki kişi daha dahil olmuştur: arabalarına çarpan Mühendis Sten Alman ve eşi Berit Alman. Kazayı kavga ederken yaptıklarını söyleyen çifte yardımcı olup arabalarına alırlar. Berit Alman eski bir aktristir, Sten Alman da koyu bir katolik. Birbirine düşman çiftin evlilik kurumu altında birbirlerini nasıl mahkûm ettiklerini ve birbirlerinin ölümüne sebep olacak kadar öfkeli olduklarını görürüz. Katolik Kilisesi kadınların karanlık güçlerinin tek antidotunun erkeğin otoritesi olduğunu söyler. Burada Bergman’ın katolik inanışa yaptığı gönderme de gözden kaçmaz. Bu geçimsiz çifte bakınca Isak kendi evliliğinin bir yansımasını görür. Marianne çiftin tartışmalarına daha fazla dayanamaz ve onları arabadan indirir. 

Yemek yemek için mola verdiklerinde Isak annesinin yanına gider. Marianne de ona eşlik eder. Isak’ın annesi ölüm gibi soğuktur. Neşenin, pozitif duyguların hiç barınmadığı tek sahne Isak’ın annesi ile olan diyaloğunda geçer. Annesi doksan beş yaşında, dokuz çocuğunu toprağa vermiş bir kadındır. Yaşayan tek evladına da anaç davrandığı söylenemez. Soğuk ailenin soğuk çocukları olmuştur. Bergman’ın özel yaşantısında da böyle bir aile ortamından geldiğini biliriz. Böylece kişisel hayatının izlerini bir kez daha hissetmiş oluruz. Başta imrenerek baktığına şahit olduğumuz Marianne, anne oğul arasındaki bu soğuk havadan etkilenir. 

Bunun ardından yolculuk esnasında Isak, üçüncü ve son rüyasına dalar. Artık tamamıyla bilinçaltındadır ve kendi bilinçaltı tarafından yargılanmaktadır. Bu rüya Sara’nın kendisini tamamen terk ettiğini, hiçbir şekilde ilişkilerinin olmayacağını görmesiyle başlar. Bu sahnede önemli imgelerden birisi aynadır. Isak’ın bir aynaya ihtiyacı vardır ama kendisiyle yüzleşecek cesareti olmadığı için aynayı Sara’nın tuttuğunu görürüz. Sara’nın konuşmasından sonra gördüğü “boş beşik’’ imgesinin de bu ayrılık anlamını desteklediği barizdir. Ardından Sara ve Sigbritt’in olduğu eve girmeye çalışırken, arabalarına aldıkları mühendis tarafından bir sınava tâbi tutulurken buluyor kendini Isak. Buradan bir kez daha anlıyoruz ki gerçek hayat ve Isak’ın kâbusları aslında birbirinden besleniyor ve tüm yolculukta en nefret edilen iki karakteri aynı kişi oynuyor.

Sınavda “Bir doktorun ilk görevi nedir?’’ sorusu yöneltiliyor Isak’a öncelikle. “Af dilemektir.” cevabını alıyor soruyu yanıtlayamayınca. Isak, başka yanlışların yanı sıra, histerik bir kadının durumu hakkında da hatalı teşhiste bulunmasıyla birlikte “yetersiz” bulunuyor. Burada karakterin bilinçaltında yatan yetersizlik duygusunun da karşılığını görüyoruz. “Suçluluk suçlusu” olduğu yüzüne vurulunca soğukluğundan, bencilliğinden ve ilgisizliğinden dolayı kendine içerler Isak.

Düş, eşinin ormanda kırk yıl önceki sadakatsizliğinin görüntüleriyle sürer. Bu son görüntüyle birlikte Isak’ın hayatına giren tüm kadınların serzenişlerini dinlemiş oluruz.

Gözlerini açtığında araba durmuştur. Üç otostopçu, meslekteki 50. yılını tebrik etmek için Isak’a çiçek toplarken Marianne ile sohbet etme fırsatı bulurlar. Marianne, kocası Evald’ın muhalefetine karşın doğurmak istediği çocuktan bahseder Isak’a. İşte o anda filmdeki en güzel diyaloglardan birine tanık oluruz.

“Seni annenle gördüm ve panikledim. Düşündüm ki bu onun annesi. Yaşlı bir kadın ve buz gibi soğuk, ölümde bile sert. Ve bu da onun oğlu, aralarında ışık yılları var. Kendisi bile yaşayan bir ölü olduğunu söylüyor. Ve Evald da yalnız büyüyor, soğuk ve ölü. Ve içimdeki bebeği düşündüm. Nesiller boyunca soğukluk, ölüm ve yalnızlık dışında bir şey yok. Bu bir yerde sona ermeli.”

Isak’ın üniversitede görkemli bir törenle ödüllendirildiği günün akşamı, üç genç neşeli bir biçimde veda etmeye gelirler. Sara veda etmeden önce, Isak’a “Gerçek aşkımın sen olduğunu unutma! Bugün, yarın ve sonsuza dek…” der. Uzun zamandır beklediği bu cevap başka bir Sara’dan gelse de huzurla dolar Isak.

Filmin sonunda “Eğer gün boyunca sıkıntılı ve üzgün olmuşsam çoğunlukla çocukluk anılarımı düşünmek beni sakinleştirir.” diyerek uykuya dalar karakterimiz. Düşünde kuzeni olan Sara, elinden tutup annesiyle babasının yanına getirir onu, her zamankinden daha keyif dolu bir manzarayla kapanır film. Bu huzurlu son ile film alışılagelen Bergman filmlerinden apayrı bir yerde konumlanır.

Tüm olay örgüsü ışığında filmin vardığı sonuç basittir aslında: Süslü püslü giysilere bürünmüş meslektaşları Isak’ın parlak üniversite kariyerinin önünde saygıyla eğilseler de bencilliğinin kısırlığı denktir, yitik bir yaşama. 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
BENZER İÇERİKLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sponsor

Bu platform Nish Digital tarafından desteklenmektedir.

POPÜLER İÇERİKLER