Kaç cumartesi tek tek sayıldı kim bilir, kim her cumartesi gününü sayar ki? Kimimize anlamsız gelir bu sayışlar ancak hak savunucuları, 27 Mayıs 1995 tarihinden beri cumartesi günlerini saymayı hiç bırakmadı.
O yıl Gazi Mahallesi’nde Alevilere yönelik provokasyonlar yaşanmış ve onlarca insan “kimliği belirsiz” kişilerce katledilmişti. Yaşananlar elbette ilk “faili meçhul” cinayetler değildi. Nitekim 1980 darbesini atlatmış bir tarih, birçok cinayeti bir sır gibi saklıyordu. Saklanan bu hakikat, bir duruşu Galatasaray Meydanı’na götüren ilerleyişin henüz ilk adımlarıydı. Gazi Mahallesi’nde yaşanan katliama karşı ışık tutanlar, unutulmayacak bir hikayenin henüz başlığını atmışlardı. Başlığı kelimeler takip ettikçe hikayenin seyri de değişecekti, hakikate ışık tutanlar gözaltına alınmaya başlamıştı.
Gözaltına alınanlardan biri de Hasan Ocak’tı. Gözaltına alınırken belki de kimse onu son defa göreceğini tahmin etmemişti. Gözaltına alınmasıyla birlikte Hasan Ocak’tan bir daha haber alınamamıştı. Taa ki o güne gelinceye dek… Gözaltında işkence edilerek katledilen Hasan’ın bedeni, gözaltından beş gün sonra Beykoz Ormanı’nda köylüler tarafından bulunup kimsesizler mezarlığına gömülmüştü. Ailesi ve arkadaşlarının elli beş günlük arayışından sonra, zorla kaybedilen Hasan Ocak bulunmuş ancak kendisine veda dahi edilememişti.
Zorla kaybetmeler bir daha asla olmasın şiarıyla 95 yılının 27 Mayısı’nda hakikati ve adalet taleplerini anlatmak üzere yola çıkanlar, bir insan hakları hareketine dönüşerek her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemine başladılar. 27 Mayıs 1995’teki oturma eylemi, Cumartesi Anneleri’nin/İnsanları’nın yüzlerce hafta sürecek mücadelesinin henüz ilk adımlarıydı.
Yıllar sonra yine bir cumartesi, zorla kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi İkbal Eren, Galatasaray Meydanı’nda anlatır:
“Bu meydanda büyüyen bir çocuk şunu söylemiş, o da dayısını kaybetmiş, annesine şunu söylemiş daha küçük yaşlardayken; ‘Kaybedilen bir şey aranır ve bulunur. Bu nasıl bir şey? İnsan nasıl kaybedilir ve bulunmaz…’ “
Bir cumartesi birinin abisini sorarken öteki cumartesi bir başkasının oğlunu soruyorlar. Belki de İkbal Eren’in hikayesini anlattığı o çocuk, bir başkasının hikayesini anlattı o meydanda. Öyle ya, hikayeler asla bitmedi. Oysa öyle derin ve gür bir hikaye istemedi kimse. Yalnızca yarım kalmış, anlamını dahi yitirmiş bir cümlenin noktasını istediler. Her cumartesi gittikleri Galatasaray Meydanı’nda, bir sonraki cumartesi yakınlarının mezarında yas tutmayı dilediler. Çok şey değildi gibi anlatırken. Bir de yaşayanına sormak gerekir ya… Asiye Aydemir’e soralım; Berfo Kırbayır’a, Güzel Şahin’e, Fatime Taşkaya’ya, Kiraz Şahin’e, Şahsenem Cihan’a, Kesriye Demir’e, Cevriye Altunbaş’a, Zeynep Güney’e, Ziyneti Türkoğlu’na, Fincan Bilgin’e, Asiye Karakoç’a, Hediye Doğan’a, Makbule Babaoğlu’na ve aklıma gelmeyen nicelerine soralım. Yakınını bulamadan, bulsa da adaleti bulamadan yitip gitmenin ağrılığını soralım. Oysa en olgun soruyu en çocuk sormuştu ya: “İnsan nasıl kaybedilir ve bulunmaz…”
Bu soruya Türk faşizminin külliyatı bırakılır da yine bir cevap bulunmaz. O çocuk büyür ama kaybettirilenler hep aynı yaşta, aynı ifadeyle, aynı fotoğrafta takılıp kalır. Gün geçer ancak acı geçmez. İşte o acıdır ki her cumartesi hakikatin resmini çizer. Bu resim kaybolanların direnişini büyütür. Yine, yine ve yeniden emin adımlarla ilerler Cumartesi Anneleri/İnsanları. Yine bulamayacaklarının gölgesinde ama hakikat arayışının ışığında asla yılmadan hesap sormanın, kaybını aramanın kıyısında biter o adımlar.
Devlet acının sınırına çeker gücünü ve gizlemenin buğusunda faili oldukları kaybolanların tiradını atar: “Dikkat, dikkat polis konuşuyor! İstiklal Caddesi üzerinde toplanan gruba sesleniyorum. Yapmak istediğiniz toplanma ve basın açıklaması Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından yasaklanmıştır.” Bu tirat aslında devletin kendi kendini çiğnemesinin ve belki de anayasanın ilgasına teşebbüsünü anlatır. Nitekim 700. hafta yapılan açıklamanın konu olduğu 2020/7092 sayılı başvurunun 29/3/2023 tarihli* kararında, Cumartesi Anneleri’ne/İnsanları’na uygulanan prosedürün hak ihlali olduğuna dair Anayasa Mahkemesi kararı bulunuyor. Peki nasıl oluyor da normlar hiyerarşisi bir devlet yetkilisi için üçgen şeklini üçgen şeklinden geçirmek kadar basit ve bariz bir yapbozken bu yetkililer, üçgeni yıldızdan geçirme inadında olabiliyor? Diyorum ya bu tirat devletin kendi kendisini çiğnemesinin tiradı. Bu tirat aslında meydanlarda Cumartesi Anneleri’nin/İnsanları’nın yükselen her sesinde, hak ve hakikat arayışının yankısında bulur. Bazen yine İstiklal Caddesi’nde geceleyin kadınların haykırışında bulur, bazen LGBTİ+ların çayında simidinde bulur, bazen Kürt annesinin “bölücü” oyasında bulur, bazense bir işçinin grevinde. Tirat hep aynıdır. Bir gruba seslenilir ve o grup muhakkak anayasal hakkını kullandığı için suç işliyordur. Bu tirat çeşitlenir. Ama gün güneşi en tepede tutarken hakikat, şemsiyesini açar ve cumartesi günlerini bu anlatıya sabitler. Devlet tiradına tekrar başlar. Tiradın sonunda geriye hakikatin resmi kalır. Her cumartesi polisin çektiği dairesel sınırın içinde, karanlığa karşı ışık olurken kaybolanların hakikatini anlatanların resmidir bu.
951. hafta geride kalırken yine hemen hemen aynı yüzlerle 952. haftada yine hakikatin haykırılacağı resim yeniden ve yeniden çekilecek. Ama bitmeyen bir şey var ki o da her cumartesi, Galatasaray Meydanı’nın asla karanfilsiz kalmayacağıdır.
Bir cumartesi arifesinde (15/06/23) yitirdiğimiz Asiye (Aydemir) ananın anısına ve kavgasına olan inancımızla…
Editörler: Aygün Uğur Saltık, Baran Barkın Öztürk