Ahmet Telli; yaşamı boyunca onlarca kavga şiiri yazmış devrimci bir sanatçı, bir mücadele şairi ancak Soluk Soluğa, bu kavga şiirlerinden birisi değil. Soluk Soluğa, estetik açıdan mükemmel bir şiir olmasına ve her okuyuşumda bana devasa bir sanatsal zevk vermesine karşın yanlış politik mesajlarla dolu bir şiir. Bu yazıda Ahmet Telli’nin bu şiirde verdiği politik mesajların neden yanlış olduğunu Marksist bir bakış açısıyla açıklayacağım.
Yanlış mesajlara odaklanmadan önce doğru bir mesaja değinerek hocamıza hakkını teslim etmek istiyorum.
‘Mekan tutmak ve her akşam aynı ufukta
güneşin batışını görmek ölümdür biraz.
Ölümdür biraz hep aynı yatakta
aynı kadınla sevişerek sabaha varmak.
Kitapları hep aynı raflara sıralamak,
aynı eşyayı kullanmak eskimektir biraz.
Soluk soluğa yaşamalı insan,
her sabah yeni bir şeyler görebilmeli.
Ve cehenneme dönse de bütün bir ömür
mutlaka bir şeyler değişmeli her gün.
Ey o büyük yolculukların ürperten heyecanı
okyanus dalgalarının sesleriyle dol bu ömre.
Ölüme ve aşka durmadan kement atan
serüvenlerle geçsin yaşamak.’
Ahmet Telli, şiirinin bana göre en güzel dizelerinden olan bu iki dizede kapitalist sistemin insanları hapsettiği monotonluğa, 9-5 yaşamına, tekdüzeliğe isyan ediyor. Âdeta halkı değişiklik yapmaya, yeni serüvenlere atılmaya, devrimcileşmeye çağırıyor fakat Telli’nin halka çağrı yaptığı devrimciliği anlatış şekli ve çizdiği ‘devrimci portresi’ oldukça sıkıntılı. Şiirde çizilen devrimci portresinin problemlerini üç temel başlıkta incelemek istiyorum.
1- Devrimcilerin öncülük yaptığı kitleden bağımsız, halktan kopuk bireyler olarak yansıtılması.
‘Yangınlarla geçti ömrü ve hep yalnızdı
– Ki onlar daima birer yalnızdırlar.
Nerde doğmuştu ve ne zaman kopup
gitmişti o kentten anımsamıyor artık.
Hangi sokaktaydı ilk sevgili ve hala
sürüp gider mi ilk öpüşmenin esrikliği?
Gizlice buluşmaya gelen ve ölürcesine
korkular geçiren o kız nerdedir şimdi?
Sensiz olursam yaşayamam diyen
o liseli kız hangi kentte kaldı?
Ve o sarışın,
o afeti devran bekler mi hala
atlas yataklara sererek yaşamanın anlamını?’
‘Nerde bir yangın, nerde tehlike
o mutlaka ordaydı birdenbire.’
‘Nerde beklenirse ordaydılar
bir kez bile gecikmediler ömür boyu.
Neydi onları ordan oraya
savurup duran şey?
Onları daima yalnız kılan
neydi bu yaşam denilen gürültüde?’
Ahmet Telli’nin bu dizelerde anlattığı kişinin devrimci olmadan önceki yaşamıyla devrimci olduktan sonraki yaşamı arasında keskin bir ayrım var. Devrimci olduktan sonra yaşamı baştan aşağı değişmiş, önceki yaşamı silinip gitmiş gibi. Memleketini ya da oradan ne zaman ayrıldığını hatırlamıyor, ilk sevgilisinin ya da lise aşkının nerde olduğundan bihaber. Buna paralel olarak da sosyal yaşamı olmayan, çevresi yalnızca yoldaşlarından oluşan ve Batman gibi yalnız takılan, halktan kopuk bir insan tasviri yapılıyor.
Devrimcilik; yalnızca yangınlar ve tehlikeler arasında oradan oraya savrulmak, grev grev dolaşmak ya da örgütlü olduğun parti sana ne görev veriyorsa onu yapmak demek değildir. Bir Marksist-Leninist, devrimin öncü partisinin militanı olduğunu iddia ediyorsa, halkın içinde olmak ve halkla samimi ilişkiler kurarak kitleye öncülük etmek zorundadır. Lenin, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine isimli yapıtında şöyle der: Görevimiz komünistlerle dürüst partisiz işçiler arasındaki ilişkileri her ne pahasına olursa olsun güçlendirmektir. Kimi zaman ortadan yok olma durumuna gelen parti hücrelerimizi canlandırabilmenin tek yolu budur. Komünistlerle partisiz işçiler arasında nerede bir duvar örülmüşse, bu yabancılaşma her ne pahasına olursa olsun aşılmalıdır. Eğer bir komünist kendi yanına dürüst partisiz işçiler kazanmakta, onlarla günlük ilişki kurmakta, evlerini ziyaret etmekte, günlük hayatlarında onlara yardımcı olmakta, gazeteleri onlara ulaştırmakta, sıradan işçileri sendikalarda ve Sovyet hükümet organlarında görevlere yükseltmekte başarısız kalıyorsa taşıdığı sıfata hak kazanmamış demektir.
Ancak ben Ahmet Telli’nin portresini çizdiği devrimciyi mahalledeki yaşlı teyzenin market poşetlerini taşırken, kapıcısıyla sohbet ederken, kahvede komşularıyla oyun oynarken ya da bir fabrikanın önünde işçilere çay uzatırken hayal edemiyorum. Bu haliyle Telli’nin anlattığı birey, Lenin’in tarifini yaptığı öncü militandan çok sosyalist hareketimizde sıkça gördüğümüz ve ‘dükkancı’ diye tarif ettiğimiz içine kapanık solcuya benziyor.
2- Devrimcilerin soyu tükenen egzotik canlılar olarak tarif edilmesi.
Bu başlıkta, Soluk Soluğa şiirini incelemeden önce şiirin yazıldığı dönemin politik atmosferine bir bakış atmamız gerekiyor. Soluk Soluğa şiiri Ahmet Telli’nin 1982 yılında yayımlanan “Su Çürüdü” isimli kitabında yer alan bir şiir. 1980’ler, dünya genelinde neoliberalizmin sosyalizme karşı zafer kazanmaya başladığı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin liberalleşme ve revizyonistleşme eğilimlerinin giderek belirginleştiği, Avrupa’da İtalya Komünist Partisi gibi köklü ve kitlesel KP’lerin güçten düştüğü, oylarının %30’lardan %2-3’lere gerilediği bir dönem. “Sosyalizm bitti, işçi sınıfı artık yok” gibi liberal tezlerin dolaşıma girmeye başladığı yıllar… Türkiye’de 12 Eylül’ün üstünden sadece 2 yıl geçmiş, ülke hala askerî bir diktayla yönetiliyor, binlerce insan öldürülmüş, çok daha fazlası cezaevinde ya da sürgünde, sinema ve edebiyatın üstünde büyük bir baskı var. Ahmet Telli de bu karamsar ve umutsuz havadan etkileniyor tabii ve bu karamsarlık Soluk Soluğa şiirine de yansıyor.
‘Hep yanıldı ve yenilgilere uğradı
ama atıldı yine de yeni serüvenlere.
Pervasız bir acemi, bir çılgın
soyu tükenen bir bilgeydi belki.’
(…)
‘O yalnız kaybetmesini öğrendi ömründe
avucundan dökülen kum taneleriydi her şey.’
Ahmet Telli şiirinde, yaşadığı dönemi ‘başarısız eylemler çağı’ olarak tanımlıyor ve dizeleriyle devrimcileri sürekli denemesine rağmen hep kaybeden ve soyu tükenmekte olan çılgınlar olarak resmediyor.
Ahmet Telli, devrimleri ve devrimcileri uzak geçmişte kalmış güzel anılar olarak görüyor:
‘Geride kalan ne varsa soluktur şimdi
titreyen kandiller gibi sönmek üzeredir.
(Ve her yıl biraz daha harabeye dönen
o eski konaklar gibidir anılar.
Gül bahçeleri, sessiz koru ve orman
yabanıl otlar içinde kaybolur gider.)’
Darbe sonrası yaşanan süreçte Telli, devrimci perspektifini tamamen kaybediyor ve devrimler çağını geri getirmek, yeni devrimciler yetiştirmek gibi amaçları olmadığını aksine yegâne gayesinin geçmiş devrimlerin ve eskide kalmış devrimcilerin anısını yaşatmak olduğunu aşağıdaki dizelerle ilan ediyor.
‘Sislenen anılar kaldı bize onlardan
renkleri bozulup duran solgun anılar.
Nasıl yazılmalı ki silinip gitmesin
bulutlar gibi çekilmesin gök boşluğuna.’
Ahmet Telli, aradan geçen 40 yılda yaşanan politik gelişmelerle bu karamsar ve umutsuz bakışını değiştirmiş midir bilinmez ama ben çizdiği bu karamsar portreye Türkiye’nin en yetkin Marksistlerinden Metin Çulhaoğlu’ndan kısa bir alıntıyla cevap vermek istiyorum: Yeter ki biz irademizi ortaya koyalım, yeter ki önümüzdeki nesnelliğe müdahale edecek özne olarak kendimizi inşa edelim, hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye de dünyayı sarsan günlerini yaşayacaktır. Özetle arkadaşlarım; dünya böyleyken, insanlık böyle bir gidişata sahipken sosyalizmden aşağısı kurtarmaz diyorum!
3- Devrimcilerin insanüstü özelliklere sahip ulvi varlıklar olarak resmedilmesi.
Soluk Soluğa oldukça karamsar ve umutsuz bir şiir olmasına rağmen aynı zamanda devrimcilere yazılmış bir övgü mektubu, bir saygı duruşu. Şiir boyunca onlarca dizede Ahmet Telli; devrimcileri onların çeşitli özelliklerinden bahsederek övüyor, adeta insanüstü güçlere sahip Supermanler olarak tanıtıyor.
Dünyanın son umudu, asla ölmeyen serüvenciler, yalnızca kendi için yaşamayı bilmeyen ve ömrünü halkı için hiç düşünmeden harcamış fedailer, kahraman olmaya mahkûm insanlar, başarısızlıklar karşısında asla umutsuzluğa kapılmayanlar, kendisine nerede ihtiyaç varsa oraya koşan yolcular ve bütün bunları yaparken asla şikâyet etmeyen ve asla pişmanlık duymayan çelik gibi iradeler…
Devrimcilerin kusurlarından ve hatalarından arındırılarak sadece iyi yönleriyle anlatılması yalnızca sanatçılara özgü bir şey değil. Sosyalist yapılar da sık sık kitle konsolidasyonu gibi amaçlarla devrimci önderleri hatta kendi liderlerini yücelterek hiçbir yanlışı olmayan ulvi varlıklar gibi yansıtır. Ancak benim gördüğüm bu durumun sola, sosyalizme açık örgütsüz insanları korkuttuğu ve “Ben zaten asla bu insanlar gibi olamayacağım” düşüncesiyle mücadeleden soğuttuğu. Oysa devrimci önderler süper kahramanlar değildir, onlar da tıpkı bizim gibi insanlardır. Onlar da bir anneden doğmuş, bir okula gitmiş, birisine âşık olmuş yani bizim gibi normal hayatlar yaşamıştır. Elbette devrimci önderlerin neredeyse hepsi Ahmet Telli’nin saydığı özelliklere sahiptir ama onlar aynı zamanda da en az bizim kadar hatalar yapmış, en az bizim kadar yanlış yollara sapmış, en az bizim kadar sıradan insanlardır. Daha da önemlisi devrimci önderler yüzyılda bir gelen ve yalnızca onlar geldiğinde devrim olan mesihler değildir. Bireyler, devrimci durumun oluştuğu koşullarda yaptıkları eylemler ve aldıkları kararlarla önderleşirler. Üstelik ‘devrimcilik’ yalnızca Ahmet Telli’nin saydığı özelliklere sahip insanların olabildiği elit bir kulüp değildir. Devrim ve sosyalizm için elinden gelen en iyi şekilde mücadele eden insan, devrimcidir. Mahallesinde hayvan katliamına karşı direniş ağı ören mahalleli, okulundaki sorunlara karşı boykot örgütleyen liseli, fabrikasındaki çalışma arkadaşlarını sendikalı yapan öncü işçi, kayyuma karşı direnen üniversiteli ya da sadece insanlara sosyalizmi anlatan birisi… Hepsi devrimci mücadelenin sıra neferleridir. Devrimci önderlerin önemi ve devrimlere yön verişi asla küçümsenemez fakat devrimleri Vladimir Leninler ya da Mahir Çayanlar değil bahsi geçen devrimci sıra neferlerinin kolektif emeği ve arkalarında dizilen örgütlü halk yapacaktır.
Yazı boyunca Ahmet Telli’nin çizdiği devrimci portresini eleştirsem de yazıyı Ahmet Telli’nin yaşamış ve yaşayacak tüm devrimciler için kaleme aldığı efsaneleşmiş dizeleriyle kapatmak istiyorum.
Dünyanın cesur ulusları yoktu, cesur insanları vardı.
Onlar, aşkın ve hayatın havarileri, büyük serüvencilerdi.
Onlar, bu ihtiyar cadının maskesini parçalamak ve yeryüzü denilen cenneti bize sunmak istediler.
Bütün ömürleri bu kavgayla geçti.
Ne adları vardı onların ne ulusları ne dinleri ne de anıtları.
Yaşamını devrim ve sosyalizm için mücadele ederek geçirmiş bütün serüvencilerin anısına saygıyla…
Editörler: İlayda Karademir, Zeynep Sena Yüksel