Ana SayfaKampüsBir Varoluş Mücadelesi: Onur Yürüyüşü

Bir Varoluş Mücadelesi: Onur Yürüyüşü

“Dünya kuzular ve keçiler diye ikiye ayrılmamıştır. Her şey ne siyahtır ne de beyaz. Yalnızca insan beyni kategoriler icat eder ve gerçekleri ayrı ayrı bölmelere koymaya zorlar. Yaşayan dünya her yönüyle bir sürekliliktir. Cinsel davranışa ilişkin olarak bunları ne kadar erken öğrenirsek, cinselliğin gerçeklerini de o kadar erken idrak ederiz.” – Alfred Kinsey

  28 Haziran 1969 tarihinde Stonewall Inn adlı gey barda meydana gelen ayaklanmalar, toplum içerisinde her zaman “öteki” olarak varsayılan LGBTİ+’ların bu sisteme karşı ilk kitlesel isyanı ve açık direnişi olarak görülmektedir. 28 Haziran 1969 tarihinden bu yana her yıl haziran ayının son haftasında dünya genelinde çeşitli şekillerde kutlanmakta olan Onur Haftası; tarihsel öneminin ve LGBTİ+’ların görünür olma mücadelesinin yanında cinsel kimlik ve cinsel yönelimleri sebebiyle uğradıkları baskılara, nefret söylemlerine, toplumda daima öteki olarak görülmelerine ve karşı karşıya geldikleri gerek fiziksel gerek psikolojik şiddete karşı varolmalarından duydukları onuru simgeler.

  28 Haziran 1969 Stonewall Inn adlı gey barda yaşanan olayları, 1969 öncesi LGBTİ+ mücadelesi adına ortaya çıkan homofil örgütlenmelerin vermiş oldukları mücadeleleri, 2019 ODTÜ Onur Yürüyüşü’nü ve son olarak ODTÜ kampüsündeki polis şiddetini detaylı olarak anlatacağım kısımlara geçmeden önce “…çekiyorsunuz ama yayımlamıyorsunuz, hiçbir yerde yayımlamıyorsunuz, yayımlamıyorsunuz, sesimizi kimse duyurmuyor!” sözleriyle 2015 İstanbul Onur Yürüyüşünün sembollerinden biri hâline gelen daha sonra yakılarak nefret cinayetine kurban giden Hande Kader’i, daha 17 yaşında eşcinsel olduğu için babası ve amcaları tarafından on dört kurşunla katledilen Roşin Çiçek’i, “Yapamadım… Yapamadım çünkü insanlar bana izin vermedi, çalışamadım, bir şeyler yapmak istedim, yapamadım… Anladınız mı? Bana çok engel oldular, beni çok mağdur ettiler!” diyerek toplum baskısıyla intihara sürüklenen Eylül Cansın’ı, ilk gey namus cinayeti olarak anılan ve eşcinsel olduğu için babası tarafından beş kurşunla 26 yaşındayken öldürülen Ahmet Yıldız’ı ve daha nice medyaya yansıyan ya da yansıması engellenmiş olanları anıyor, bu yazımı gökkuşağının soldurulan renklerine adıyorum.

 İlk olarak 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da, özellikle Almanya’da; eşcinselliğin sonradan oluşan bir bozukluk, hastalık veya tedavi edilmesi gereken bir durum olduğu tarzındaki görüşlere karşı bir mücadele hattı kurulmuştur. Bu mücadele hattı homofil hareketler ve örgütlenmelerden oluşan aynı zamanda temelinde homoseksüelliğin de tıpkı heteroseksüellik gibi insani bir olgu olduğu düşüncesini içinde barındıran bir yapılanmadır. (Jagose, 2021).

Homofil örgütlenmelerin ortaya çıkması; 1869 yılında Alman meclis üyelerinin eşcinselliği suç sayacak yeni bir ceza kanunu üzerine tartıştıkları esnada, Karolyn Maria Benkert’in Adalet Bakanlığına, söz konusu olan kanuna karşı çıkan açık bir mektup kaleme almasıyla başlar. Karolyn Maira Benkert bu mektubunda eşcinsel edimlerin kimseye bir zararının bulunmadığını, ayrıca bu edimlerin ceza kanunlarının değil ancak ve ancak doğa kanunlarının bir konusu olabileceğini vurgular. Benkert’in söz konusu ceza kanununa karşı kaleme aldığı açık mektup daha sonra oluşacak örgütlenmelerin önünü açar ve 28 Haziran 1969 Stonewall Inn adlı barda meydana gelen olaylarla ilişkili olarak şu sözler söylenir: “1969 bir yeniden doğuştur, bir yıl dönümüdür, gerçekten de insan bu tarihin eşcinsel özgürleşmenin 100. yıl dönümü olduğunu söyleyebilir” (Lauritsen ve Thorstad, 1974, aktaran Jagose, 2021, p. 34).

  1897 yılına gelindiğinde ise Magnus Hirschfeld adlı Alman nörolog, Benkert’in de karşı çıktığı ancak 1871 yılında yasalaşan ceza kanununun 175. fıkrasının yürürlükten kaldırılması amacıyla Bilimsel İnsancıl Komite’yi (Scientific Humanitarian Commitee) kurmuştur (Pettis, 2008). Bilimsel İnsancıl Komite eşcinselliğin hem zararsız doğasına hem de suç sayılmasının ve ceza kapsamına alınmasının yol açtığı acılara değinmekle beraber eşcinselliği “üçüncü bir cinsiyet” olarak anmıştır.

  LGBTİ+ mücadelesi kapsamında kilit nokta durumunda olan homofil örgütlenmelerden bir diğeri de Bilimsel İnsancıl Komite’den beş yıl sonra Benedict Friedländer tarafından kurulan Özel Olanlar Topluluğu’dur (Community of the Special). Özel Olanlar Topluluğu, mücadele hattının biyolojik temelli inşa edilmesi nedeniyle kendilerinden önceki homofil örgütlenmelerden farklı bir yol izlerler.

  Homofil örgütlenmeler her ne kadar Almanya özelinde başlamış olsa da başka ülkelerdeki örgütlenmelerin kurulmasını büyük ölçüde etkilemişlerdir. Örneğin, 1914 yılında Havelock Ellis ve Edward Carpenter isimli iki seksolog tarafından İngiliz Cinsellik Psikolojisi Çalışma Topluluğu (British Society for the Study of Sex Psychology) kurulmuştur. Homofil örgütlenmelerin oluşumu temelde Almanya’da başladığından İngiliz Cinsellik Psikolojisi Çalışma Topluluğu’nun Alman homofil gruplarla olan bağlantıları dolayısıyla mücadeleyi örgütleme biçimleri paralellik gösterir. Bu paralelliğin en iyi örneklerinden biri ise Bilimsel İnsancıl Komite’nin bastırdığı “üçüncü cinsiyet” kitapçıklarından birinin İngiliz Cinsellik Psikolojisi Çalışma Topluluğu tarafından tekrar bastırılmasıdır. İngiltere’de örgütlenen homofil hareketleri diğer hareketlerden ayıran en büyük fark ise yasamaya dönük herhangi bir odağı ve mücadele hattı bulunmamasıdır (Jagose, 2021).

  Kayıtlara geçen ilk Amerikan homofil örgütü ise Chicago İnsan Hakları Topluluğu’dur (Chicago Society for Human Rights). Alman homofil örgütlenmeler de dahil olmak üzere, yazının bu kısmına kadar bahsettiğim örgütlenmelerin ve oluşumların hepsi muhafazakâr bir tutum sergilemiştir. Chicago İnsan Hakları Topluluğu da benzer bir şekilde eşcinselliği “zihinsel ve ruhsal anormallik” şeklinde tanımlayarak muhafazakâr bir çizgide mücadele hattını kurmuştur. Bu muhafazakâr tutuma rağmen Chicago İnsan Hakları Topluluğu, 1951 yılında kurulan Mattachine Topluluğu ve 1955 yılında kurulan Bilitis’in Kızları için örnek teşkil etme açısından önemli bir konuma sahiptir (D’Emilio, 1983).

  Mattachine Topluluğu’nun kurulduğu ilk yıllarda neredeyse gizli, topluluğa bağlı olan çoğu üyenin birbirini dahi tanımadığı ve kurucularının bazılarının dönemin Komünist Partisi’ne üye olduğu bir ortam mevcuttu. Politik bir görev benimsemiş olan topluluğun mücadele hattının amacı eşcinseller arasındaki kolektif bilinci yükseltmek, eşcinselliğin Amerika’daki yerinin neler olduğunu söyleşiler yoluyla yaymaktı. Topluluğun kolektif gücü zaman içerisinde güçlendikçe California’nın diğer bölgeleriyle beraber çeşitli eyaletlerde de gruplar oluşmaya başladı. 1953 yılına gelindiğinde, içerisinde bu ölçüde topluluk üyelerinin bulunduğu bir ekip tarafından eşcinsel mücadelesi ile ilgili içeriklerin yer aldığı One dergisinin ilk sayısı çıkartıldı. Mattachine Topluluğu’nun ulaşılabilirliği arttıkça Komünist kökenleri, gerek halk nezdinde gerek LGBTİ+’lar arasında sorun teşkil etmeye başladı. Bu durum sonucunda 1953 yılının Mayıs ayında düzenlenen konferans ile topluluk bir kamu kuruluşu şeklinde yeniden tanımlandı. Mattachine Topluluğu, mücadele hattına her ne kadar cinsiyetçi bir yaklaşımla başlamamış olsa bile topluluk, son zamanlarında maskülenist bir örgütlenmeye dönüşmüş hatta kadın üye sayısı oldukça azalmıştı. Jagose bu durumu şu sözlerle açıklar: “Topluluğun kurucuları tarafından savunulan tek eşcinsel kimlik hiç tartışmasız erkek kimliği olmuş ve topluluk kendisini yeniden yapılandırdığında bile lezbiyen temsili meselesini dikkate almamıştır. Toplumsal cinsiyetin eşcinsel kimliğinin oluşumu üzerindeki baskısı önemli bulunmamış ve ciddiye alınmamıştır” (Jagose, 2021, p. 38).

     1955 yılında dört lezbiyen çift tarafından kurulan Bilitis’in Kızları, Mattachine Topluluğu’nun bu maskülenist yaklaşımını telafi etmeye çalışır. 1956 yılında annelik, biyolojik temelli ikili cinsiyet sistemindeki heteroseksüel evliliklerdeki lezbiyenlerin görünürlüğünün ve istihdamının LGBTİ+ mücadelesinde ikincil ve üçüncül sıralara atılması gibi konuların ele alındığı Ladder adlı bir dergi yayımlar. Bilitis’in Kızları her ne kadar Mattachine Topluluğu’nun erkekçi yaklaşımını telafi etmeye çalışıp bu toplulukla iş birliği içine girmeye çalışsa da asıl odakları lezbiyen görünürlüğü olmuştur. Bütün bunlara rağmen Bilitis’in Kızları lezbiyenleri kendi oluşumları içerisine çekemez. Bu durumun gerekçesi olarak Bilitis’in Kızları’nın lezbiyenler arasındaki istihdam oranını arttırmak amacıyla “kadın” gibi giyinen lezbiyenleri beğenip bu duruma teşvik etmeye çalışması gösterilir (Jagose, 2021).

  Her ne kadar hem Mattachine Topluluğu hem de Bilitis’in Kızları kendi mücadele hatları ve örgütlenmeleri noktasında kitleselleşememiş olsalar da -kuruldukları ve örgütlenmeye başladıkları yılların radikal bir mücadele hattı oluşturmalarına olanak vermesinin oldukça zor olması ve bu tarz homofil oluşumların köklerinin daha yeni yeni oluşmaya başlaması gibi durumlar göz önüne alındığında kitlelere ulaşamama noktası her iki topluluk için de olası bir durum olarak kabul edilir- homofil hareketin Amerika’da bir ivme kazanmasına öncü olmuşlardır.  Homofil örgütlenmeleri devamlılıkları açısından incelediğimizde ise 1950-1960 yılları arasındaki homofil örgütlenmelerinin yeterince etkili olamamasının belki de en büyük sebebi muhafazakâr bir dönüşümü mücadelerinin odağına almaya başlamaları ve artık eşcinsellere yönelik değil, eşcinsellik ile ilgilenen kişilerin ilgisini çekmek amacıyla çalışmalar yürütmeleridir. Daha da ötesi “kendilerini geçerli cinsiyet nosyonlarını çiğneyen drag queen [1] ve butch [2] kadınlar gibi kişilerden resmen ve açık şekilde ayrıştırırlar” (Katz, 1976).

 1970’li yıllara geldiğimizde ise Stonewall Inn adlı gey barda meydana gelen ayaklanmaların etkisiyle homofil hareket yerini eşcinsel özgürleşme hareketine bırakır. İki hareket de temelinde emniyet güçleri, hükümetler, kiliseler ve eşcinsellik karşıtı propaganda yapan tıp uzmanları gibi kişileri ve kurumları hedef alsa da mücadele içerisindeki tutum ve politikaları farklılık göstermektedir. Homofil örgütlenmelerin temelinde muhafazakâr hatta gerici denilebilecek tutumlar mevcutken eşcinsel özgürleşme hareketi mücadele hattını daha radikal bir açıdan ele alır ve 1970’li yıllardan itibaren homofil örgütlenmelerin benimsediği muhafazakar tutumu kabul etmezler. Hatta Stonewall Ayaklanmaları LGBTİ+’ların “mea culpa [3]!” şeklinde kullandıkları söylemin “al onu, münasip yerine sok!” ifadesiyle değişiminin pratikteki bir örneğidir (Jagose, 2021). Annamarie Jagose (2021) eşcinsel özgürleşme hareketinin bu durumunu Queer Teori adlı kitabında şu sözlerle açıklar:

“Artık, hoşgörü ve kabul dilenmek niyetinde olmayan daha radikal gruplar, kendilerine Yeni Sol toplumsal hareketleri örnek almaya, heteroseksüel tahakküm yapıları ve değerlerini eleştirmeye başlamıştı. Kendilerine verdikleri adla, eşcinsel özgürleşmecileri (gay liberationists) kendini temsil ederken, cinsel nesne seçimleri dışında tıpkı heteroseksüeller gibi olduklarını söylemek yerine cinsiyete dayalı davranış, tekeşlilik ve hukukun üstünlüğü gibi konulardaki geleneksel bilgiye meydan okuyorlardı.”

  Peki nedir bu Stonewall Inn Ayaklanmaları? Homofil örgütlenmelerden daha radikal bir tutum benimseyen grupların 27 Haziran 1969 yılının gecesinde başlattığı ve günümüzde de Haziran ayının son haftasını Onur Haftası olarak kutlamamıza neden olan olaylar nelerdir? Stonewall Ayaklanmaları gerçekten de LGBTİ+ mücadelesinde bir dönüm noktası mıdır?

  1960’lı yıllarda LGBTİ+’ların özgürce, nefret söylemine ve fiziksel şiddete maruz kalmadan vakit geçirebileceği az sayıda mekan bulunuyordu. Bu mekanların çoğu alkol yasağına karşı bottle club [4] adı altında rahatça işletilebilen yerler olduğu için Amerikan mafyasının tekelinde bulunmaktaydı. New York şehrinin Christopher Caddesi’nde bulunan Stonewall Inn adlı gey bar da bu tarz mekanlardan biriydi ve bu nedenle polis baskınları mekan için artık olağan bir durum hâline gelmişti. Stonewall Inn’in bulunduğu konumda müfettiş yardımcısı olarak görev yapan Seymour Pine isimli polisin bölgedeki organize işlenen suçları, ekonomik çöküntüyü, pornografiyi ve fuhuşu incelemekle sorumlu “Manhattan’ın Kamu Ahlakı” adlı bir birimi mevcuttu. Bu nedenle hem tekelinin Amerikan mafyasının elinde olması hem de LGBTİ+’ların uğrak noktası hâline gelmesi sebebiyle Stonewall Inn, Pine’ın baskın yapmak için gözüne kestirdiği bir yer hâline gelmişti.

  Pine’ın Stonewall Inn’e dair ilk hamlesi 24 Haziran Salı gecesi birim arkadaşlarıyla beraber mekandaki likörlere el koymak, ikinci hamlesi de 27 Haziran Cuma gecesi yapacağı sert müdahale için birimin sorumlu olduğu konulara dair kanıt toplamak için bir diğer baskını yapmaktı. Manhattan’ın Kamu Ahlakı Birimi, 24 Haziran Salı günü yapılan baskından sonra 27 Haziran Cuma gecesi planlanan baskın için izin belgesi çıkartmıştı. Birimin hedefleri arasında mekandaki alkollü içeceklere el koymak, mafya çalışanlarını ve mekanın LGBTİ+ kitlesinden çoğu müşteriyi tutuklamak, satış ekipmanlarına el koymak, barı fiziksel anlamda parçalara ayırmak ve LGBTİ+’ların Stonewall Inn gibi uğrak yerleri hâline gelen mekanlara bu yollarla gözdağı vermek bulunuyordu (Poehlmann, 2017). Baskının başlangıcı, bir grup sivil polisin bara girip etrafı gözetleyerek bilgi alması, bu bilgileri Pine’a aktarması daha sonra da Pine ile birlikte bütün birimin mekana gelmesi şeklinde gerçekleşti. Pine ve ekibi, 24 Haziran Salı günü yapılan baskın sonrasında karşı bir direniş olmayacağı yönünde düşüncelere sahipti. Birimin mekandaki baskını; kadın, erkek ve gender-nonconforming [5] müşterileri ayrı gruplar hâlinde ayırarak devam etti. 1960’lı yıllarda LGBTİ+’ların uğrak noktası hâline gelmiş olan mekanlara yapılan baskınlarda gender-nonconforming müşterileri ayrı tutarak sorgulama yapılması sıkça sergilenen bir tutumdu ve bu tutum, insanlar için bir korku iklimi yaratma amacıyla takınılıyordu. Hafta boyunca aynı mekana ikinci baskının gerçekleşmesi ve gender-nonconforming müşterilerin ayrı tutularak çıplak aramaya maruz bırakılmasının yanı sıra müşterilerin karşı bir direniş başlatmasının diğer kilit noktası ise mekanın dışında lezbiyenlerin üstü aranırken polis tarafından fiziksel şiddete ve tacize uğramasıydı. Müşteri kitlesiyle beraber mekanın dışında olup bitenleri anlamaya çalışan insanların da öfkesi artmış bir durumdaydı. LGBTİ+’ları yüreklendirmeye yönelik gerek mekanın içinde gerek dışında alkışlamalar ve polise karşı öfke barındıran söylemler yükselmeye başladı. Polis mekanın içinden elleri ters kelepçeli trans kadınlarla çıktığı anda mekandaki atmosfere hakim olan öfke giderek arttı ve polis arabalarına “kirli polisler için kirli paralar” sloganlarıyla beraber çeşitli objeler de atılmaya başlandı. Bu öfke ortamı, müşteriler ve polisler arasındaki fiziksel şiddetin artmasına neden oldu. Bu fiziksel şiddet, LGBTİ+’ların bu tarz bir muamele görmesine karşı çıkan insanların polis arabalarını taşa tutmalarıyla devam etti. Daha fazla direnemeyen polisler, bar ve öfkeli kalabalık arasında kapana kısıldıkları sırada bara sığınma kararı aldılar. Bardaki odaları müşterilerin öfkesinden korunmak amacıyla birer saklanma aracı, kapıları ise bariyer olarak kullandılar. Polis ve müşteriler arasındaki bu çatışma saatler ilerledikçe ivme kazandı ve dört gün boyunca önü alınamayacak bir varoluş mücadelesinin dışa vurumuna evrildi.

 Peki 27 Haziran Cuma gecesi bir baskınla başlayan ve giderek şiddetlenen olaylar LGBTİ+’ların özgürlük mücadelesi açısından bir dönüm noktası mıdır? Bu sorunun cevabı su götürmez bir şekilde dönüm noktası olduğudur. Ne 27 Haziran 1969 öncesi yapılan baskınlarda polis LGBTİ+’lardan bu tarz bir karşı direniş beklemiş ne de bu tarz bir direnişin kitlesel bir açık isyana dönüşeceğini LGBTİ+’lar öngörmüştü.

  Stonewall Ayaklanmasına dair birçok öncü isim bulunmaktadır. Bu isimlerin çoğu tarih içerisinde unutulmakla beraber birçoğu LGBTİ+ mücadelesi noktasında anılmaya devam eden isimlerdir. 1944 doğumlu Marsha P. Johnson da bu isimlerden biridir. “P.” kısaltmasını “Pay it no mind!” anlamında kullanan Johnson, 1960’lardan 1990’lara kadar New York şehrinde sanat ve gey dünyasında drag queen olarak performanslar yapan öncü bir aktivisttir. Stonewall’da meydana gelen baskında barın camlarını kırıp alkol bardaklarını LGBTİ+’lara karşı fiziksel şiddet uygulayan polislere doğru fırlatarak karşı bir direniş göstermesi açısından cesaretiyle ve mücadelesiyle bu direnişin sembollerinden biri hâline gelmiştir.

  Toplum içerisinde her zaman varoluşları sebebiyle şiddetin birçok biçimine maruz kalan LGBTİ+’lar açısından Stonewall Inn ayaklanmaları, tüm ötekileştirme politikalarına rağmen varoluşlarıyla duydukları onuru çeşitli yürüyüşler eşliğinde anmalarını sağlayacak olan Onur Haftası’nın da çıkış kaynağı hâline gelmektedir. 1969 tarihinden bu yana çeşitli şekillerde anılan Onur Haftası, Türkiye özelinde de ”tek adam” yönetiminin boyunduruğu ve bu boyunduruğun getirisi olan polisin bütün şiddetine ve baskısına rağmen gerçekleşmeye devam etmektedir. Her yıl Türkiye’nin farklı şehirlerinde Onur Haftası kutlanırken ülke içindeki üniversiteler de kendi takvimlerine göre Onur Yürüşü düzenlemektedir.

2019 yılında ODTÜ kampüsünde gerçekleştirilmiş olan Onur Yürüyüşü, polisin şiddetini ve kayyum yönetimin LGBTİ+’lara karşı olan nefretini görmek açısından önemli bir konumdadır. Kayyum Rektör Verşan Kök, Türkiye Cumhuriyeti 12. Cumhurbaşkanı tarafından ODTÜ’ye kayyum olarak atandıktan sonra ODTÜ LGBTİQAA+ Dayanışması’na topluluğun resmiyet hakkını elde edeceği yönünde söz vermişti. Verilen sözlerin hatırlanmadığı ve pratiğe geçirilmediği bir dünyada Kayyum Rektör Verşan Kök de ODTÜ LGBTİQAA+ Dayanışması’na verdiği sözü pratiğe geçirmedi.

 ODTÜ kampüsünde düzenlenen Onur Yürüyüşlerindeki polis şiddetine bakacak olursak, 2016 yılına kadar Ankara’da “Uluslararası Homofobi, Bifobi ve Transfobi Karşıtlığı” adı altında çeşitli yürüyüşler düzenleniyordu. 2016 yılında polisin sert şiddeti ve müdahalesiyle karşı karşıya kalındıktan sonra hem Ankara genelinde hem de Ankara’da bulunan üniversiteler özelinde ODTÜ kampüsünde düzenlenen Onur Yürüyüşlerinin görünürlüğü ciddi bir ivme kazandı.

 2016 yılından itibaren ODTÜ kampüsünde düzenlenen Onur Yürüyüşlerindeki polis şiddeti her yıl artarak yoğunluk kazandı. Örnek vermek gerekirse, 10 Mayıs 2019 tarihinde düzenlenen 9. ODTÜ Onur Yürüyüşü polis şiddetinin doruk noktalarındandı. Kayyum Rektör Verşan Kök atandıktan sonra dayanışmaya verdiği resmiyet sözünü hayata geçirmemekle kalmayıp 9. ODTÜ Onur Yürüyüşünde kampüs içine polislerin ve TOMA’ların girmesine izin verdi. Yürüyüşe katılan öğrenciler ve akademisyenler polis şiddetinin birçok türüne, biber gazına ve plastik mermilere maruz bırakıldı. Şiddetin ve nefretin varoluşa bu denli yöneldiği 9. ODTÜ Onur Yürüşünde yirmiden fazla öğrenciyle bir öğretim görevlisi gözaltına alındı ve gözaltına alınan öğrencilerin bursları devlet tarafından kesildi. 13 Mayıs 2019 tarihinde kayyum rektörün artık üniversite üzerinde herhangi bir hükmünün kalmadığını ifade etmek amacıyla Kayyum Rektör Verşan Kök için öğrenciler tarafından sembolik anlam taşıyan bir veda töreni düzenlendi ve 14 Mayıs tarihinden itibaren kitlesel bir biçimde boykot sürecine gidildi.

  9. ODTÜ Onur Yürüyüşünde on sekiz öğrenci ve bir akademisyen işkence ile gözaltına alındıktan sonra haklarında Ankara 39. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından dava açıldı ve 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten yargılanmaları talep edildi. Onur Yürüyüşündeki polis şiddeti ve on sekiz öğrenciyle bir akademisyene açılan dava süreci aynı zamanda dünya çapında da bir karşılık buldu ve ODTÜ LGBTİQAA+ Dayanışması’nın temsilcilerinin de katıldığı ILGA Europe Konferansı’nda #ODTÜnünOnurunaSahipÇık / #DefendMETUPride etiketinin önünde çeşitli fotoğraflar çekildi.

  12 Kasım 2019 tarihinde ODTÜ Onur Yürüyüşünün ilk duruşması görüldü ancak dava 12 Mart 2020 tarihine ertelendi. İkinci duruşmaya ABD, Almanya, Belçika, Hollanda, İspanya, Kanada ve Yeni Zelanda Büyükelçiliklerinin yanı sıra kampüste polis şiddetine tanık olan birçok öğretim görevlisi de katılım gösterdi ancak ikinci duruşma, avukatların beraat kararı haricinde bir karar verilmesi durumunda bilirkişi raporunun yenilenmesini ve montajsız görüntülerin tekrardan istenmesini talep etmelerinden sonra 10 Temmuz 2020 tarihine ertelendi. Üçüncü duruşmaya kadar birçok avukat, savcı, hakim, LGBTİ+ dernek ve insan hakları savunucusu ODTÜ Onur Yürüyüşü Davası’na destek amaçlı eylemler düzenledi ancak 10 Temmuz 2020 tarihinde yapılacak olan üçüncü duruşma da 10 Aralık 2020 tarihine ertelendi.

  10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde yürüyüş gibi en temel anayasal ve insani hakkı çiğnenen ve hakkında dava açılan on sekiz öğrenci ve bir akademisyenin son duruşması görüldü. 10 Aralık tarihine kadar gerek sosyal medyada #ODTÜRengineKavuşsun etiketiyle gerek eylemler aracılığıyla 9. ODTÜ Onur Yürüyüşü davasına birçok destek geldi. Davada hakkında yargılama yapılan herkese beraat kararı verildi ve LGBTİ+ etkinliklerin koşulsuz, belirsiz ve ölçüsüz biçimde kısıtlanmasının son derece hukuka aykırı olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu.

Kabul etmek gerekir ki her birimizin farklı zincirlerle bağlanmaya çalışıldığı bir dünyada hepimiz zincirlerimizi kırmadığımız sürece hiçbirimiz özgür sayılamayız. Yaşadığımız coğrafyada LGBTİ+’lar hâlâ psikolojik ve fiziksel şiddete uğrama korkusu yaşamadan yolda yürüyemiyorsa, istihdam hakkından yoksun bırakılıyorsa, “namus” ve “töre” adı altında nefret cinayetine kurban gidiyorsa ve bu nefret cinayetleri bizzat devlet tarafından meşru kılınıyorsa, nefret söylemine maruz kalıp ötekileştirilmeye çalışılıyorsa ve trans+ intiharları ve cinayetleri doğrudan politik bir düzlemde gerçekleşiyorsa; hiçbirimiz özgür değiliz. Toplumsal normlar tarafından varoluşlara dikte edilmeye çalışılan tüm bu zincirler karşısında, her yürüyüşü Onur Yürüyüşü olan bütün LGBTİ+’ların Onur Haftası kutlu olsun! 

Her geçen gün ODTÜ Bileşenleri üzerindeki baskısını arttırmaya çalışan Kayyum ODTÜ Rektörlüğü, 7 Haziran 2022 Salı günü göndermiş olduğu mail aracılığıyla 10. ODTÜ Onur Yürüyüşünü engelleyeceğini tehditkâr ve hedef gösterici bir şekilde ifade etti. Unutmamak lazım ki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 34. Maddesi; herkesin, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahip olduğunu belirtir. Kayyum Rektörlük tarafından yaratılmaya çalışılan bu korku iklimine karşı tüm ODTÜ Bileşenleri’ni 10 Haziran 2022 Cuma günü saat 18.00’de Fizik Çimleri önünde başlayacak olan 10. ODTÜ Onur Yürüyüşünde mücadeleye çağırıyorum!

Kaynakça

D’Emilio, John (1983). Sexual Politics, Sexual Comminities: The Making of a Homosexual Minority in the United States 1940-1970, Chicago: University of Chicago Press

Jagose, A. (2021). Queer Teori Bir Giriş. Nota Bene Yayınları.

Katz, Jonathan (1976). Gay American History: Lesbians and Gay Men in the U.S.A., New York: Thomas Cromwell 

Pettis, R. M. (2008). Homophile Movement, US. GLBTQ. com.

Poehlman, T. (2007). The Stonewall Riots: The Fight for LGBT Rights. ABDO.


[1] Genellikle eşcinsel erkekler tarafından yapılan, aşırı makyaj ve fazlaca feminen tavır ve hareketler kullanılarak toplumsal kadın rolleri benimsenerek kadın kıyafetleri giyinen kişilere verilen isimdir. Drag queenler sıklıkla dans ve stand-up gösterisi gibi eğlence amacı güden gösterilerde sahne almaktadır.

[2] Genellikle erkeksi lezbiyenler için kullanılan butch sözcüğü aşırı “erkeksi” ve “maço” anlamlarına gelmektedir.

[3] Latince bir ifade olan “mea culpa!”, “Benim hatam!” anlamına gelmektedir.

[4] İçerisinde likör yasası sebebiyle alkol satışının yasak olduğu, müşterilerin kişisel şişe şeklinde içkilerini getirdiği ve servisin bu şekilde yapıldığı mekânlara verilen isimdir.

[5] “Gender-nonconforming” ifadesi atanmış cinsiyetiyle hissettiği cinsiyeti aynı olmayan ve beden disformisi yaşayan insanlar için kullanılmaktadır.

Editörler: Burcu Şekerzade, Ceren Deniz, Sude Demirel

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
BENZER İÇERİKLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sponsor

Bu platform Nish Digital tarafından desteklenmektedir.

POPÜLER İÇERİKLER