“Yaşamım boyunca bana gurur verecek, beni krallardan, prenslerden, hükümdarlardan bile üstün kılacak bir şey aradım. Ne zaman elime bir gazete geçip de, o adamlardan biriyle karşılaşsam, yüzlerine tükürüyordum.”
“Sıfır Noktasındaki Kadın”da Firdevs hikayesini anlatmaya başladığında kendine dair verdiği en büyük ipucu bu iki cümleydi. Bir şeyleri sorguluyor, ona değer biçilen yerden memnun olmuyor, kendini ve içinden geçenleri öylece tüm yalınlığıyla ortaya seriyor. Kendi ayakları üzerinde dimdik durmaya çalışırken toplumun ona giydirdiği kaftanları sırasıyla parçalayıp atıyor Firdevs. Bu, kendini hiçliğin içinde var edebilmiş bir kadının öyküsüdür.
Neval El Seddavi, Cezaevi doktoru olan bir meslektaşı sayesinde, Kanatır Cezaevinde tanışıyor Firdevs ile. Korkunç, gene de harikulade bir öykü olarak tanımlıyor Firdevs’in hayatını; Firdevs’ten alışkın olduğum kadınlar dünyasında bir istisna diye bahsediyor, ona olan hayranlığını vurguluyor. Seddavi’nin bu hayranlığının satırlarına da yansıdığını görüyoruz. Öyle ki Firdevs’in hikayesi tüm gerçekliğiyle yalın ama bir o kadar da etkileyici bir şekilde okuyucuya aktarılıyor.
Firdevs‘in zekası, hayata dair farkındalıkları, kim olduğuyla yaptığı mücadele; çoğularının daha iyi anladığı, bazılarınınsa ne yazık ki tecrübe ettiği noktalardan bizzat sorgulanmayan birtakım toplumsal soruna dokunuyor. Cinsiyet eşitsizliği, ataerki ve kapitalist dünyanın kadınlar üzerinde kurduğu baskılarla bir başına mücadelesini sürdürüyor.
İnişler, çıkışlar; bataklar, yüksekler karşısında onurlu, cesur “gözler”.
Tabii, bu her zaman böyle olmuyor. Firdevs’in erken çocukluğu ve ergenliği; kötü tecrübeler, açlık, cinsel taciz ve yalnızlıkla geçiyor. Küçük yaşından itibaren objeleştirilen, iradesi yok sayılan Firdevs’in öyküsü bizlere aynı zamanda kadınların ataerkil bir toplumda ne kadar emek sömürüsüne maruz kaldığını kanıtlıyor.
Babanın yediği yemekten artan lokmalarla karnını doyurmaya çalışan ve çoğu zaman yatağa aç giren kardeşlerin Firdevs dışında hepsi küçük yaşta hastalanıp ölüyor. Firdevs ise babası tarafından ağır koşullarda çalıştırılırken öte yandan annesinin isteği üzerine sünnet ediliyor. Sevgisiz geçen çocukluğunun yarasını kitabın son sayfasına kadar hissedebiliyoruz; bunu da Firdevs’in “gözlerinden” anlıyoruz. Belki de bu yüzden okumaya, eğitime karşı büyük bir arzu duyuyor. Amcası gibi okumak istediğini söylediğindeyse bunların erkek işi olduğu cevabını alıyor. Yine de öksüz ve yetim kaldığında okula kavuşuyor.
Ortaokul diplomasıyla kurduğu bağ yürekleri dağlıyor. Aile içinde ücretsiz iş gücü olmaktan başka var olamamış bir kadınken, hayatının bir noktasında kendine ait ilk kez bir şeyi oluyor Firdevs’in. Bundandır ki ne gelse başına yılmıyor ve diplomasına sarılıyor.
Firdevs’in hikayesinde hayatına giren erkekler büyük bir rol oynuyor. Babası, amcası, yaşlı kocası, Beyumi… Her biri ona aynı “gözlerle” bakıyor, aç ve yabani bir hayvanın acımasız gözleriyle. Ataerkil toplumlarda kadına bakış açısının ne kadar sığ olduğunu tokat gibi yüzümüze çarpıyor bu gözlerin kitapta betimlenişi. Hiçleştirilmiş, aşağılanmış ve hor görülmüş kadınların gözlerindeki ışığı bulmaya çalışıyoruz Seddavi ile beraber.
Firdevs hayatındaki erkeklerin evlerindeki varoluşunu tamamen emeğiyle bağdaştırırken bizler de -gerçek bir hikayede- tüm kadınların uğradığı ev içi şiddet, emek ve beden sömürüsüyle yüzleşiyoruz. Dürüst bir anlatımla her şey en yalınlığıyla sergileniyor. Erkek egemenliği, toplumun en derin noktalarına acımasızca dişlerini geçirmiş bir yapı. Kadınlar iş hayatında, kapitalizmin yarattığı emek sömürüsüyle birleşen bu yükün ağırlığını her gün hissediyor. Bu sadece çalışmak için değil, hayatta kalıp yaşayabilmek için de katlanmak zorunda oldukları bir dünya.
Toplumun namus, onur ve saygınlık algılarını sorgulatan Sıfır Noktasındaki Kadın, olaylara ve durumlara farklı yerlerden bakmayı mümkün kılıyor. Firdevs’in onurlu bir yaşam tanımını sorgulayışı, akıllarda yeni bir kapı açıyormuşçasına bir etki uyandırıyor. Toplumun sorgulamadığı noktalara değiniyor ve yeni bir bakış açısı katıyor. Fahişeliğin ardından toplumun saygınlık tanımını karşılayan masa başı bir işte çalışmaya başladığında anlatılan yaşam ve o yaşamı sorgulayış biçimi; saygınlık ve onurlu bir yaşam hakkında yeni bir ufuk açarken acıya boğuyor. Bu sebeple her kadın içinde benzer deneyimleri barındırıyor aslında.
Kitap bununla da kalmıyor. Bu aynı zamanda kendi bedeni ve cinsel yönelimiyle tanışan bir bireyin de öyküsü. Ergenlik döneminde aşkla tanışmanın verdiği panik ve iki kadının arasında geçen duygusal gerilim de birçoğumuzun yüreğinde aynı noktaya temas edecek belli belirsiz bir hüzne neden olabiliyor. Birden fazla cinse yönelmenin ergenlikte kafada yarattığı karmaşa ve bu karmaşayla birlikte kimliğin sorgulanması kısaca işlenmiş olsa da önemli bir noktaya parmak basıyor. Biseksüellik de böylece okuyucu nezdinde görünür kılınmış oluyor.
Kitap her sayfasında başka başka kadınlardan parçalar içeriyor. Fakat acıyla farkındalığına varıyoruz ki; bu yaşam öyküsündeki acıların her biri tek bir kadının, Firdevs’in yüreğinde kabuk bağlıyor.
Aslında dünyanın dört bir tarafındaki her bir kadın bambaşka hikayelere sahip olsa da yaraların yürekteki yeri aynı oluyor. Onurlu bir yaşam için gözünü karartan, elindekini ardına koymayan her kadın farklı topraklarda omuz omuza yürüyor. Doğuştan kadınların sırtına yüklenen her yük için bir yerlerde devrim için direnen bir kadın var. Sen, ben, biz birbirimizin çaresiyiz.
Editörler: Beste Naz Kaşut, Zeynep Sena Yüksel