UYARI : Yazı spoiler içermektedir!
Bilinen ilk kadın matematikçi ve filozof Hypatia’nın öyküsüdür Agora. Günümüzde bile kadının toplumda ve bilimdeki yeri tartışılırken, 4. yüzyıl Roma İmparatorluğu’nda bir kadının bu anlamda tehdit olarak algılanması maalesef çok da şaşırtıcı değildir. Çünkü Orta Çağ’da kadınların, ‘cadı’ tabirini hak eden, günahkar, masumları baştan çıkarmaya meyilli varlıklar olarak algılanabildiği ne yazık ki doğrudur. Yine de Agora, salt Hypatia’nın öyküsünü değil, onun üzerinden gelişen ciddi bir sistem eleştirisini karşımıza çıkarır.
Film, Roma İmparatorluğu’nun bir eyaleti olan, ağırlıklı olarak Paganların yaşadığı İskenderiye’de geçer. Hypatia, İskenderiye Kütüphanesi’nde her dinden öğrencisine felsefe, matematik, geometri ve astronomi dersleri verir. Ancak Hristiyanların şehri ele geçirmesinden sonra düzen tümüyle değişir. Öncelikle İskenderiye Kütüphanesi yerle bir edilir çünkü bilim ve aydınlanmacı fikirler gücün en büyük düşmanıdır. Paganlar ve bilim ortadan kaldırıldığına göre, potansiyel düşman olarak geriye Yahudiler kalmıştır. Hristiyan kesim bu sefer de Yahudiler üzerinden gücünü sağlamlaştırmaya çalışır. Yahudi tehlikesi de ortadan kaldırılınca, dindar sınıf gözünü Hypatia’ya diker. Kadın oluşu, bilimsel çalışmaları, merakı, sorgulayıcı düşünce tarzı nedeniyle dikkati üzerine çekmiştir. Sonunda Hypatia, ölüme mahkum edilir. Kolektif bir çalışmayla daha da ilerlemesi muhtemel bilim, ne yazık ki teoride beraberliği savunan ama pratikte ayrımcılığı getiren dine yenik düşmüştür. Yani bir anlamda, bizi birleştirenler ayıranlardan daha fazla olsa bile, ayıranlar birleştirenlerden çok daha güçlüdür.
Bilim gibi, aşk da bu kulluk düzeni içerisinde kendini geri planda tutmak zorunda kalmıştır. Hypatia’nın kölesi Davos’u düşünürsek, Hypatia’ya uzun zamandır aşıktır ancak bunu asla dile getiremez. Yapabildiği tek şey tanrıya onu başkasına vermemek için dua etmesi olur. Hem Hristiyan olup Pagan kızına aşık olduğu için hem de o kızın kölesi olduğu için bu aslında imkansız bir aşktır. Benzer şekilde, Orestes Hypatia’ya olan aşkını ilan etmiş olsa bile, sonunda Hypatia’nın idama mahkum edilmesini engelleyemez çünkü eğer engellemeye girişirse bu dine karşı geldiği anlamına gelecektir. Bu anlamda, dogmatik dinin başarısı filmin her sahnesine sirayet etmiştir diyebiliriz.
Peki, Hypatia’nın idama mahkum edilmediği, dinin doğru algılanıp ayrımcılığa yol açmadığı, her dindan insanın barış içinde bir arada yaşadığı bir dünya mümkün olabilir miydi? Bugün bile çözüme kavuşturamadığımız bu durum maalesef şimdilik sadece bir ütopya olarak kalıyor. Orta Çağ’ı göz önünde bulundurduğumuzda, bu soruna çözüm bulma arayışı bile bugünün dünyasına kıyasla daha imkansız görünüyor.
Filmdeki sahneleri düşünecek olursak, gece ve gündüz geçişlerinin çok hızlı ve keskin olduğunu görürüz. O dönemdeki kaosu, çalkantılı yaşamı resmeder gibidir. Hristiyanlar koyu renkli kıyafetler giyer, genellikle esmer ve sakallılardır. Paganlar ise tam tersine açık renkli giyinirler, beyaz sakallı adamlar ön plandadır. Bu bile iki grubun arasındaki zıtlığı belirgin bir şekilde ortaya koyar. Ayrıca, görüntünün İskenderiye Kütüphanesi’nden başlayıp giderek uzaklaşarak dünyayı kadraja alması, İskenderiye’nin yeryüzünün bilim merkezi olduğunu belirtir.
Belki bu merkez kütüphane vandallara ve gericiliğe yenik düşmüş olmasaydı, bugün çok daha farklı bir konumda olacaktık. O dönem için neredeyse tartışmaya değmeyecek bir mesele, resmen gelecek nesillerin kaderini değiştirmiştir. Orta Çağ insanı akış kuramını görmezden gelerek geçmiş ve geleceği adeta yok saymıştır. Ancak yine de, fikirlerin dönüşümsel süreçleri devreye girerek değişimin önünü açmış ve devinime hız kazandırmıştır.