Adalet gerçekten teraziye mi benziyor? Terazi kimseye zarar vermeyecek kadar nahif bir sembol değil mi? Neden daha keskin metaforlar adaleti temsil etmiyor? Hepimiz adaletin kılıcını duymadık mı? Kılıç doğru ellerde olursa adalet güvende demektir. Peki, bu kılıç neden hep Brütüs’ün elinde? Sırtımızda hissedeceğimiz sıcaklığın ürpertisi neden hep güçsüzü sindiriyor?
Adalet neden bir kadın ismidir mesela? Yeni doğmuş bir kız çocuğuna konulan bu isim toplumsal bir yanlışa işaret değil mi? Napolyon, İspanya kralıyla bu durum üzerine konuşsaydı “Herkes neye ihtiyacı varsa onun için isim alır.” demez miydi?
Sokaklar adalet isteyen kadınlarla dolu. Fakat bu yoğunluğu seyreltmek isteyen devlet, adaleti sağlamak yerine şiddetin faillerini sokağa salıyor. Bu durum tacizciye, katile vs. alkış tutmak anlamına gelmez mi? Failin bu ödülü aldıktan sonra ağzının sulanacağını anlamak için psikoloji lisansına gerek var mı? İvan Pavlov ülkeyi bu hâliyle görseydi köpeğiyle yapmış olduğu deneye gerek duyar mıydı?
Asıl toplumsal bir deneyi hak eden durum, bir grup erkeğin kadın haklarını tayin etmesi değil mi? Henüz adı konmamış bu sendromun silah tüccarlarının barış elçisi olarak atanmasından artakalır bir yanı var mı? İstanbul Sözleşmesi’ni fesheden hükümet için, kadın cinayetlerine “rızası var” diyemez miyiz?
Hukuki adaletsizliğe bahşedilmiş bu rıza toplumsal dinamiklere de adapte oluyor. Başına sosyal kelimesini alıp yeni bir nosyon olarak karşımıza çıkan şeye sosyal adaletsizlik desek doğru olmaz mı?
Çocuğu olan bir kadının çalışması halk nezdinde niçin ayıplanıyor? Yeni doğum yapmış bir kadının kullanmış olduğu ücretli izin erkekler arasında homurdanmalara yol açıyor. Doğuştan gelen haksız imtiyazları hâlâ gözlerini doyurmuyor. Kadınların ped fiyatlarından şikâyetçi olmaları bile erkeklerin gücüne gidiyor. Soruyorum, eğer erkekler regl olsalardı pedler devletin hibe ettiği bir sağlık kitine dönüşmez miydi?
Devlet ise azınlıkları, “ötekileri” hibe ediyor. Peki, kimin için? Güçlerine diyecek yok. Ama yararı kime?
Her yıl ülkenin doğusunda sistematik biçimde Kürt çocukları zırhlı askeri araçlar tarafından eziliyor. Peki, yüksek adalet niçin araç altında kalan çocukların üstünde durmuyor? Araçlardaki “zırh” kendini düşman ateşinden korumak için değil miydi? Nasıl oluyor da yasalara karşı da kendini bu denli koruyabiliyor?
Doğudaki benzer suçlara ortak olmayacağız diyerek barış bildirgesini imzalayan akademisyenler tek tek üniversitelerden ihraç ediliyor. Onlarca gazeteci, yüzlerce genç zihin, fikirlerinden dolayı içerde tutuluyor. İşlenen tüm suçlar, bunları dile getirenlerin üstüne mi kalıyor? Bu onurlu hareket ceza yerine bir ödülü hak etmiyor mu? Neden bu insanların beyinleri iğdiş ediliyor? Düşündüğü için onca insan yok oluyorken Descartes’ın yanıldığını söylemek yanlış olur mu?
İnsanların düşünmesi başka nasıl engellenir? Toplumların afyonu nelerdir? Bu soruların cevabı düşünsel anlamda tanımlanıyor olsa bile materyalist bir karşılığı da yok mu? Afyon zaten başlı başına bir afyon değil midir?
Uyuşturucu satışı ilkokul çevrelerine kadar gelmiş durumda. Varoşlarda el kadar çocuklar kimyasal maddelere düşüyor. Fakat bunu kendi gözlerimizle görmek neden televizyonda görmekten çok daha kolay? Afganistan’dan ve Suriye’den kaçıp ülkemize gelen mültecileri her gün haberleştiren medya, bu duruma niye sessiz kalıyor? Oysa bu maddelerin ülkemize aynı coğrafyalardan geldiğini görmüyorlar mı?
Tek suçlu uyuşturucuyu kullananlar mı? Bu topraklara eroin lojistiğini üstlenen insanların evleri yüksek yüksek tepelerdeyken polisler niçin bodrum katlarda yaşayan düşkünlerin evini basıyor? Ayrıca lüks localarda kullanılan uyuşturucular, metruk binalarda kullanılandan daha mı az sanılıyor?
Köşe başlarında torba tutan eller, torba yasaları onaylayan ellerden daha mı kirli? Güçsüz bırakılana, altta kalana, azınlığa olan bu zulmün damarlarımıza enjektesini kim yapıyor? Devlet garibana altın vuruşu reva görürken kodamanlar voleyi vuruyor.
Zenginin vergileri off-shore hesaplarla kaçırılırken neden devlet işçinin cüzdanına göz dikiyor? “Gözlerimin içine bak, ne görüyorsun?” diyenler neden bizim ayaklarımıza bakıyor? Kapitalizmin etik kuralları yok, anladık. Eğer hayat bir müsabakaysa düşene bir tekme de onlar vuruyor. Ama asıl anlamadığım, ilk çelmeyi neden hakem takıyor?
Saat başı yalnızca bir ekmek kadar zam istedikleri için işten çıkarılan Migros depo çalışanları eylem yapıyor. Gelin görün ki hesap sorulan kişi patron değil ekmek isteyen işçi oluyor. Doymak bilmeyen patronların midesine takılması gereken kelepçe neden yoksulun bileklerinde? Ezeni aklamak, haklamaktan daha mı kolay? Adalet neden çakıl taşları gibi yalnızca çıplak ayaklara batıyor?
. . .
Yoksula bakış hakir
Suçlunun rütbesi fahir
Teraziyi tutanlar, hukukçu değil tacirken
Tarih de tekerlek gibi tekerrür ediyor.
Editörler: Ceren Deniz, İlayda Karademir, Sude Demirel