Bilim Ağacı’nın önündeki kocaman “Orta Doğu Teknik Üniversitesi” yazısına gururla bakan 18’lik bir çocuktum ODTÜ’ye ilk adımımı atmak üzereyken. Elimde koca bir bavul; ailemi, evimi, büyüdüğüm yerleri bırakıp bu hiç bilmediğim, görmediğim şehre gelmiştim. Çok değil, daha altı ay öncesine kadar gerçek olamayacak kadar tatlı gelen hayalimin tam da girişinde ilk kez bu kadar yalnız ve bu kadar endişeli hissediyordum. Evden uzak olmak gibi bir yanılgının en içindeydim.

Bazen hayatımızda attığımız öyle adımlar vardır ki, sonrasında hangi dominoların ne şekilde devrileceği hakkında en ufak bir fikrimiz bile olmaz. İşte çoğumuzun A1 kapısından içeri attığı ilk adım da böyleydi, o gün o kapı sadece ODTÜ’ye açılmıyordu çünkü. Küçük hayatlarımızdaki yeni bir başlangıca da açılıyordu. Bundan sonra ne olursa olsun, nereye gidersek gidelim, hatta yüzümüzün kuru üzüme döneceği yaşa bile gelsek hakkımızda asla değişmeyecek tek bir gerçeğin en başıydı: Her ODTÜ’lünün kaderi ODTÜ ile aynıdır. Küçük, yalnız bir fidan olarak o kapıdan girer; devasa, kalabalık bir ormanın ağacı olarak çıkarsın. 

Fakat en başta bunu bilmek çok zordu. Nasıl olmasın ki zaten? A1’den hazırlığa kadar olan ağaçlı yol bile dünyalar kadar uzun geliyordu, kırmızı ve sarı ringlerden bahsedildiği için durakta o renkte otobüsler bekliyordum, yanlışlıkla Demiraylarda indiğim gün ise dünyanın bir diğer ucunda inmiş gibiydim. Yani her şey karmakarışık, her şey evden uzak ve yalnızdı.

via @mustafaariik

Oysa o anlarda henüz çorak, kahverengi ODTÜ arazisine dikilen ilk alıç fidanı ile aynı kaderi paylaşıyor olduğumdan haberim yoktu. O gün Kemal Kurdaş o minik fidana eğilmiş ve “Üzülme, biz seni bu yalnızlıktan kurtaracağız.” demişti. Nitekim bana olan şey de buydu. Ertesi gün yurt dolmaya başladığında Anadolu’nun adı unutulmuş ilçelerinden, köylerinden gelen bir dünya “çocuk” vardı. Birkaç yıl içinde aynı çimlerin üstüne yatacağımız, aynı kütüphanenin aynı masalarında finaller için sabahlayacağımız, aynı yemekleri yiyeceğimiz, her sabah günaydın diyeceğimiz ilk insanlar olacağımızın çok da bilincinde olmadan yaptığımız o çekingen ve bol hocamlı tanışmalardan sonra bir şey çok netti: İçinde kaybolduğum okul evim, hocamlar ise en yakın arkadaşlarım olacaktı.

Tüm bunlardan sonra, yani alıç fidanları kalabalıklaşmaya başladıkça, bir gerçek daha gün yüzüne çıkar oldu: ODTÜ’nün sonundaki “ü” harfi o kadar eksikti ki aslında! Çünkü ODTÜ bazı havalı binalarından, hocalarından, derslerinden, kütüphanesinden çok daha başka bir yerdi. Sadece birkaç yıl içinde bana bölümde öğrendiklerimden çok daha fazlasını, o 18’lik çocuğu gerçek bir birey yaparak öğretmişti. Ağaca, doğaya, sevgiye, aşka ve insana düşman olanlara karşı birleşmeyi, belki aynı yaşta belki aralarında sadece birkaç yaş olan genç polislerle ODTÜ’lü gençleri bir meydan muharebesinde karşı karşıya getirenlere karşı dik durmayı,  yeterince kararlı olursak  sözde güç sahiplerinin aslında ne kadar korkak olduğunu ve öğrenciler aşağıdayken kasılarak oturdukları makamlarına gelme cesaretinde bile bulunamayacaklarını gösterdi. Çünkü Nazım haklıydı: Hiçbir korkuya benzemezdi, halkını satanın korkusu.

via @mustafaariik

Evet, ODTÜ her zaman mükemmel bir yer değildir. Bir Hogwarts da değildir, doğru. Bazen “Course capacity is full!” uyarısıdır, bazen robot olmayışımızı kanıtlamalarımızdır, yemekhane sırasında yarım saat beklemelerimizdir. 8.40 ringini geç kaldığımız için değil, otobüs ağzına kadar dolduğu için kaçırmalarımızdır. Final dönemi kütüphanede boş masa bulamayıp geri dönmelerimiz, deli gibi çalışılan dersten sadece on kişinin geçmesi ve bizim kalmalarımızdır. EE’cilerin de dahil olduğu curve’lere girmelerimizdir ve daha onlarca şeydir…

Yine de günün sonunda ODTÜ durağından metroya binmek bile yeterince tatmin edici ve mutluluk vericidir. Devrim’de 60’lık hocaların sen bir köşede soluklanırken sana tur bindirmesini izlemek bile güzeldir. Omlet vakti geçmeden Çatı’ya gidip şefin ateş şovunu her seferinde aynı çocuk şaşkınlığıyla seyretmek, otostopta arabasına binip de ilk defa gördüğün insanlarla on dakikalık kısa ve tatlı bir muhabbet etmek, kar yağınca Devrim’de hiç tanımadığın insanlarla bir anda kartopu savaşına tutuşmak, geceleri Elf yolunun mistik havasında yurda dönmek, final zamanı kütüphanede içinde mezunların notları olan sıcak kahve ve sandviçlerle sabahlamak, çok canın sıkılırsa Çatı’nın eklerlerini büyük bir zevkle ama biraz da suçluluk duygusuyla birer ikişer mideye indirmek, sabahları Demiraylarda kuş sesleriyle güne uyanmak, Atatürk Anıtı’nın altında çimlere uzanıp gökyüzünü seyretmek… Bunların hepsi küçük ama ODTÜ’yü ev yapan yüzlerce mutluluk kırıntısından bazılarıdır. Çünkü ev, biraz da büyüdüğün yerdir nihayetinde. Hayatının son iki senesinde geçmiş on sekiz yılının tamamından daha çok büyümüş, haksızlıklara ses yükseltmiş, ayaklarını yere sağlam basmış, dik durmuş ve en sonunda yalnız bir fidanken kalabalık ODTÜ ormanına ağaç olmuş biri olarak söyleyebilirim ki evden ayrıldığıma üzüldüğüm o gün  aynı zamanda eve adım attığım ilk gündü, habersizce.

via @mylastnameisicecream

Ve bugün, ODTÜ’den üç haftalık ayrılışımızın üstünden altı aydan fazla zaman geçti. Üstelik bizim ayrılışımız da Kemal Kurdaş’ınki gibi pek de ihtişamlı olmadı. Son kez Bilim Ağacı’nın önünden geçtik. Çoğumuzun biraz umut, biraz yalnızlık, biraz da ev özlemiyle her şeye başladığı ağacın önünden şimdi yine ev özlemiyle ama bu kez daha farklı, daha yeşil, daha özgür ve daha büyük bir evin özlemiyle geçip gittik. Biraz şanslı bile sayılırdık, nihayetinde insan özlemlerden ve kayboluşlardan başka bir dilden anlamaktan acizdir bazen. Fakat güzel günler vardır yine de ileride, güneşli günler… Baharın yeşilinde, güzün sarılığında, devrim yazısının içindeki “ev”in önünde yaşanacak daha nice güzel, güneşli günler…

2 YORUMLAR

  1. 12 Eylül sonrası okuduk…
    Hiç bir özel mekan yoktu. İdari Bilimlere yakın yerde Best Burger açılıyor diye ayaklanmıştık.
    DEVRİM yazısı sadece yağmur yağdığında farkedilebilecek kadar silikti. Stadyumun güney kenarından mühendisliklere geçmek yasaktı. Bütün gün jandarma örada nöbet tutar, geçmek isteyeni düdük çalarak durdururdu.
    Kütüphaneyi hiç tam olarak dolu görmedim.
    O Mercedes 302 ler ücretsiz servis aracımızdı.
    Özel yurtlar vs yoktu. Son yapılan 8.Yurt idi.
    Yurtlar bölgesinde bisiklet gördüğümü anımsamıyorum. 8 adet yurtta, özel otomobili olan 10 kişi bile çıkmazdı. Fakültelerin önünde genellikle hocaların wosvosu olurdu. Geri kalan otopark alanları boştu.
    Okul şu an olduğu gibi Ankara’nın piknik alanı değildi. Binlerce araç girip çıkmıyordu.
    Kışları kar yağdığında, 8.Yurdun orman tarafındaki odalar, kurt gördüklerini söylemişlerdi.
    Bir yaz staj yapmıştım, akşam olunca bir sessizlik çökerdi. Çünkü yaz okulu yoktu.
    Hazırlıkta repeat yoktu. Ben girdiğim yıl 800 gibi bir sayı hazırlıkta okuldan atılmış, mahkemeye başvurmuştu vb…
    Yani kısaca, okul bu yazıda tasvir edilene hiç benzemiyordu…
    ODTÜ o zaman ODTÜ’ydü bence.
    O sessiz, o bakir, o ıssız okulu çook özlüyorum.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz