Kimsenin gerçek olmadığı bir dünya düzeninde, gerçek olan tek şeyin kendimizi sevme arzusundan oluştuğunu düşünürdüm hep; herkesin yalan söylediği, rol yaptığı anlarda bile bunu insanların arasında olabilmek için yaptığını. Sonra biraz daha büyüdüm, fark ettim ki insanlar kendilerini sevmekten daha çok, sizin kendinizi sevmemenizi isteyebiliyorlarmış meğer. Sizin hakkınızda yorumlar yapabiliyor, sizin en zayıf noktalarınızı bularak oradan vurmaya çalışıyorlarmış. Siz kendinizle barışmaya çalıştıkça onlar daha da güçleniyormuş. İnsanlar sizin kendi içinizde bir canavara dönüşmenizi istiyormuş. Siz kendi içinizdeki canavarı bulduğunuz an onlar kapkara yüzlerini beyaz kanatlar arkasına saklayabiliyorlarmış çünkü. Mesela çocukken size hiç kaba davranıldı mı? O yaşlarda edilen iltifatları pek tabii unutabiliyorsunuz, peki küçüklüğünüzde maruz kaldığınız kırıcı lafları unuttuğunuz oldu mu hiç? Şu anki sizin çok sinirlendiği ama o küçücük çocukluğunuzun asla unutamadığı bir cümle söyleyebilir misiniz? Benim birkaç tane örneğim var sanırım.”Böyle giderse o küçücük vücudunla kapılara sığamayacaksın bak Merve Hanım!” dedikten sonra ardı arkası kesilmeyen gülüşler, “Zayıflasan güzel olursun aslında.” söylemiyle karşılaştığında yüzündeki buruk gülümseme, yanındaki kızlara “Ya bu çocuk da o kıza nasıl baktı anlamadım ki?” sorusunu soran kızın, tuvalette yankılanan homurdanmalardan anlaşılacağı üzere birbirlerini onaylama hâli..Bu bahsettiğim kişilerin hepsine çok teşekkür ederim, beni ben yaptınız, kendimden çok özür dilerim, seni onlar böyle yaptı.
Hayatım boyunca hiç en başarılısı olayım diye çabalamadım. En yeteneklisi ben olayım diye bir kaygım da yoktu. Ama hep en zayıfı olmak çekincesine sahiptim. Ne kadar zayıf olursam olayım yetmiyordu. Aklınıza gelebilecek her türlü diyet, her türlü spor, her türlü işkenceyi kendime çektirdim. Öyle bir durumdu ki kustuğum her anı kişisel zaferim sayıyordum. Boğazımdaki acıyla beraber ağzımı silerken içten içe mutlu olduğum anlar, her kıyafetimin bol gelişinde içimde küçük zafer nâraları… Hiçbirinin sağlıklı olmadığının farkındayım ama bunları yaşadım. Yaşadığım için üzgün müyüm diye sorarsanız evet kesinlikle öyleyim. Yine de daha üzgün olduğum nokta, bunları yaşamak zorunda bırakılmam. Bir zaman sonra öyle bir hale bürünüyorsunuz ki insanların size sadece fiziksel olarak bakabildiğini, sizi kimsenin sevmediğini çünkü dünyanın en çirkin insanı olduğunuzu, size kim iltifat etse sizin düşmanınız olduğunu çünkü yalan söylediğini varsayıyorsunuz. Hayatınızın tek dostu negatif sayılardan oluşuyor. Ayna en büyük korkunuz, aynadaki kişi ise en büyük düşmanınız oluveriyor. Aynalardan kaçıyorsunuz, aynadaki kişiden kaçamıyorsunuz. Kendinizle yaşamak dünyanın en çekilmez şeyine dönüşüveriyor birden. Belki de birden değil, bunların hepsinin yavaş yavaş içimize sızdığından eminim çünkü. Çok yavaş bir biçimde aklınızdan geçen tek şey kilonuz oluyor. Sayılara bağlı yaşıyorsunuz. Sayılara bağlı yaşıyorsunuz, yani ölçme işlemleri sonucunda ulaştığınız birimlere. Ama sizin için tanımı kadar basit bir anlam ifade etmiyor. Kendinizi sevmediğiniz için, başka yönden de kusurlar bulmak çok kolay oluyor tabii. “Ay buramda bu çıkmış, dudaklarım inceymiş, gözümün üstünde kaşım varmış…” Tüm bunlar birer kusura dönüşüyor sizin için. Bunu kendinize yapan siz değilsiniz, eğer ki içten içe bir suçlu arayacak olursanız; o suçlu ne sizsiniz ne de o küçücük çocuk hâliniz.
Herkesin kendi içinde öz güven sorunları var. Kimisinin kilo, kimisinin boy, kimisinin dişleri ama hiç kimse dışarıdan göründüğü gibi değil. En öz güvenli olduğunu düşündüğünüz kişinin içinde kopan fırtınalar, sanırım sadece onu bozguna uğratıyordur. Gerçek olmayan standartların yarattıklarına karşı tek başına savaşıyordur. Duvarları çok yüksektir belki atlayamazsınız ama herkesin duvarları birbirine bu kadar benzerken duvarın arkasını tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Birimizin sarı, birimizin gri, birimizin mor bu kadar. Yükseklikleri farklıdır belki de. Onları aşmaya çalışmaktan daha çok, onları benimsemeye çalışsak eminim daha kolay olacak. Duvarların aşılması ya da yıkılması gerekmiyor, ne olursa olsun onlar sığındığımız tek koruma alanı. Birileri bizi vurmaya çalıştığında tek koruyabildiğimiz, tek güvendiğimiz onlar. Kusur olarak adlandırılan şeylerin arkasında durabileceğimiz tek kalkanımız.
Ben de yeni fark ediyorum ama aslında kusur olarak saydığımız şeyler birilerinin estetik algısına uymamasından ibaret sadece. Kapitalizmin kadınlar üzerinde tahakküm kurmasından ibaret bir oyun. Neden bunu süsleyip püsleyip ‘kusur’ gibi büyük bir kelimenin altındaki yükte eziliyoruz ki? Sanki taşımak zorunda olduğumuz çok az sayıda yük varmış gibi, bir de bunu yüklenmeye çalışıyoruz. Medyanın herkes için biçtiği bir kaftan var, bunlar çok basitçe beyaz ten, sarı saç, ince bel, büyük kalça, renkli göz… Hepsine uymaya çalışıyoruz ve uyamadığımızda ise kendimizi, zihnimizde biçtiğimiz bu kaftana sığamadığımız için eliyoruz. “Ben böyle değilim, o zaman ben çirkinim.” demek kendimize yaptığımız büyük bir haksızlık. Bize biçilen kalıplardan ibaret değil ki yaşamımız. Başkaları için en iyisi olmaktan ibaret değiliz. Kalıplara uymaktansa kendi kalıplarını kendin için oluşturmak değil mi zaten mesele? ‘Kusurlar’ ile de var olabilmek, onları sevmeye çalışmaktan başka neyimiz var ki? İnsanlar her zaman eksikliklerini sanki berrak bir suyun içindeki çakıl taşlarını, olumlu özelliklerini ise bataklığın içindeki inci tanesini ayıklarmışçasına bulmaya çalışıyor. Böylesine derin bir şekilde bize yıllardır empoze edilmiş bir şeyi, neden hiç yargılamadan kabul etmeye çalışıyoruz? Birilerinin beğenileri için yaşamaya neden bu kadar tamamız?Birilerinin birileri için yarattığı şu kısıtlanmış yaşantımızda, kendi için yaşayan her insana karşı büyük bir saygı duyuyorum. Kendini seven, kendini bilen, kendini sayan herkese kendim için teşekkür ediyorum. Yola çıktığım bu bataklık yollarda, hep benim için inci taneleri oldunuz. İçimdeki ışık hep sizin sayenizde parıldayacak. Hep var olun.