Türk Sineması’nda bir dönüm noktası arıyorsak bu payeyi hak eden filmlerden biri Sevmek Zamanı’dır. Aşina olduğumuz “zengin kız, fakir oğlan” hikayelerinden ele alınış şekliyle sivri bir şekilde sıyrılır. Sıradan bir aşk hikayesinden ziyade kendini aşkın içinde arama yolculuğudur karakterimizin. Erksan’ın Türkiye sinemasına o güne kadar hiç denenmemiş bir film armağanıdır Sevmek Zamanı. Türkiye sinemasında genelde görülmeyen ve o güne dek çok az rastlanmış metaforik anlatım tarzında Godard, Antonioni ve Bergman etkisini de hissederiz. Daha çok Fars edebiyatında öykülendirildiğine şahit olduğumuz, bir imgeye aşık olup onun gerçeğe dönüşüyle daha da umutsuz bir hâl alan aşk öyküsü bu filmde zenginleştirilerek işlenir. Mesela bir Fars edebiyatı anlatısında Leyla ile Mecnun arasındaki dillere destan aşktan bahsedilir. Mecnun,  cehennem ateşi gibi kavurucu çölde yürürken Leyla’nın hayaliyle hayata tutunur. Ansızın Leyla çıkar karşısına ve “Dur artık Mecnun ben geldim.” der. Ancak Mecnun’un umursadığı, Leyla’nın varlığı değildir. “Sen benim düşlerimdeki Leyla değilsin…” der. Bu, Mecnun’un içten içe duyduğu korkunun dışa vurumudur aslında. Çünkü Mecnun, karşısında beliren Leyla’ya aşkla bağlıdır ancak onun çölde bir vaha gibi hayal olmasından korkmaktadır. Düşlerindeki aşkı kaybetmektense tahayyül edemediği Leyla’yı kaybetmeyi yeğler. Elindeki hayalle mutludur çünkü. Tıpkı Leyla ile Mecnun gibidir Halil ve Meral’in hikayesi de. Halil de aşkı kafasında idealize etmeye çalışır tıpkı Mecnun gibi. 

Hem çekildiği zamanın şartlarını ve sinema düşüncesini aşan, hem de sonrasında bu filmin kötü taklitlerini barındıran Yeşilçam Melodraması’nın üstünde durduğu dinamikleri de inşa eden filmlerden biridir. Şayet yönetmen Metin Erksan, sektör içinde “piyasa” işleri yapmak yerine daha düzgün ve muhtevaya önem veren bir sinema ikliminde doğmuş olsaydı Sevmek Zamanı’nın da çok ötesine geçecek bir sinema görüşüne sahip olabilirdi. İçinde bulunduğu sektörün dolambaçlarına ve yaşadığı bütçe sıkıntılarına rağmen bu kadar iyi bir film ortaya koyması yönetmenlik dehasının bir ispatı niteliğinde kanımca. Metin Erksan’ın zamanının çok ilerisindeki bu filmi, bırakın üne kavuşmayı 1965 yılında oynayacak salon dahi bulamamıştır.

Klasik bir sınıf çatışması ortasındaki aşk hikayesi gibi başlayan film, bambaşka bir yöne evrilir. Bir resim ile adam arasında yaşanan daha önce pek şahit olmadığımız bir aşk öyküsü çıkar ortaya. Boyacı Halil’in boyadığı boş evlerden birinde, o evin kızı Meral’in duvarda asılı olan fotoğrafına aşık olmasını konu alır film. Bir kış boyunca soğuk gecelerde köşke girip elinde sigarası ve şarabıyla her gün Meral’in camdan gözleriyle bakışır. Fotoğraftaki Meral ise ait olduğu üst sınıfta yalnızlık çeken bir kadındır. Halil, bir gün yine resmi seyrederken Meral arkadaşlarıyla çıkagelir köşke. Halil’in, resmine aşk dolu bakışını yakalar. Halil’in bu “farklı” ve son derece içten aşkı onu en başta şaşırtır, bu devirde resme aşık olan var mıdır? Kısa bir vaktin ardından Meral de bu aşka karşılık vermek ister. Halil’in tavrı ise çok nettir, onu reddederek resmiyle arasından çekilmesini ister. Bu karşılaşmadan sonra Halil ustasına, Meral’in aslında resminden çok daha güzel olduğunu anlatır bir gece alkol sofrasında. Fakat bu güzellik Halil’in umrunda değildir, ona göre “suret”e asıl anlamını veren o surete aşık olan kişidir çünkü. Halil resimdeki bakışa, ifadeye aşıktır ve bunu resmin sahibinde bulamamaktır en büyük korkusu. Tüm bu korku tasvirinin arasında filmin en dokunaklı diyaloguna şahit oluruz: “…Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm. Elbiselerim eskiydi. Kirliydim. Sakallarım uzamıştı. İnanamadım. O insanca bakışı bir daha göremem diye resme bakmaktan korkuyordum. İkinci kere zorlukla baktım sana. Gene iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde. Nihayet değişmezi bulmuştum. Resmin benim içime bakıyordu. Boş evde soğuk kış gecelerini beraber yaşadık. Bana hep dostlukla, iyilikle, sevgiyle baktı…Resmin benim kendimden bir parça. Bırak onu ben seveyim. Sen sevmek isteme beni. Senin ellerini tutmak istemiyorum. Sonra çekersin o ellerini benden. Ben resmine aşığım.…”

Halil,  ustasının ve resmin sahibinin tüm ısrarlarına rağmen resimle yaşadığı aşkın somut olandan daha gerçek olduğuna inanır. Surete aşık olma kavramının altını dolduran bu gerçekliği içinde barındıran Halil’in bu şiddetli aşkı, daha bir araya geldikleri ilk sahneden itibaren bizi filmin içine çekiverir. Aslında hikayenin teması bir bakıma Platon’un mağara alegorisi üzerine kuruludur. Platon’un mağara alegorisine göre “Köleler bir mağaranın içinde elleri zincirlenmiş bir şekilde mağara duvarına dönük tutsaktır. Arkalarındaki mağara açıklığından vuran güneşin sebep olduğu gölgeleri mağara duvarına yansır. Kölelerin görebildiği tek şey bu mağara duvarındaki kendi gölgeleridir, gel zaman git zaman bu gölgeler onlar için tek gerçeklik olur, Hayat, duvarda gördükleri bu yansımalardır. Ta ki aralarından yetenekli bir arkadaş zincirlerinden kurtulmayı başarıp mağaradan dışarı çıkana kadar. Bu arkadaş dışarıdaki “gerçekliği” görüp mağaraya geri döner ve arkadaşlarını kurtarmak ister. Ancak içerideki köleler duvardaki yansımalarını o kadar içselleştirmişlerdir ki asıl gerçekliğin dışarıda olduğunu kabul etmezler, hatta onları kurtarmak isteyen arkadaşlarını döverler ve mağarada kalmaya devam edip orada ölürler.” Sevmek Zamanı filmindeki Halil’in Meral’in suretine olan aşkı da aynı bu durum gibidir. Halil, surete yüklediği anlama o kadar inanmıştır ki suretin sahibi ortaya çıktığında bu gerçekliği asla kabul edemez.

Filmde alışılagelen Yeşilçam klişelerinin aksine güçlü ve hikâyenin gidişatına yön veren bir kadın karakter vardır. Kadın figürü duruşunu yalnızca bulunduğu sınıftan almaz, karakteri de çok güçlüdür. Bu güçlü kadının aksine karşısında aciz ve zayıf bir erkek vardır. Metin Erksan’ın bu filmde klişeleri kırmaya yönelik hamleleri bundan ibaret değildir elbette.

Meral’in “Bu aşkın yarısı bana ait.” diyerek bu sevgi sarmalını somutlama isteği, Halil’in sevgiyle karışık bir bencillikle ördüğü duvarlara çarpar. Aşkta yalnız olma fikrini kanıksayan Halil, sonunda bağıra bağıra “Ellerini tutmak istemiyorum… Bir gün çekeceksin o ellerini benden.” der ve Meral’i uzaklaştırır kendisinden. Belki de gerçeklerle yüzleşmekten, bir kadınla inişli çıkışlı bir yaşam inşa etmekten korkar Halil.

Aşkın, tutkunun devam edemeyeceğini düşünen; ateşten denizleri mumdan kayıklarla geçmenin birlikte mümkün olmadığına inanan Halil, bu yaşadığı “aşık” halini elinden geldiğince sürdürmek istese de teslim olmuş halde bulur kendini Meral’e. Bu hayata dahil olma cesaretini bulduğunda Meral’in etrafında dolanan Başar’ı görür. Başar da tıpkı Meral gibi üst sınıftandır ve Meral’i paylaşmaya hiç mi hiç niyeti yoktur. Bu karakterin filme dahil olmasıyla beraber Halil’in soyut tutmaya çalıştığı aşkın somut sorunlar yaratmaya başladığına şahit oluruz. Meral’in aşığı Başar’ın oldukça karikatürize karakterine rağmen güçlü erkekliğe soyunması filmin akışı içinde ilginç bir noktaya yerleşir. Başar günümüzdeki burjuva kültürünü andıran, tamamıyla materyalist ve somut çıkarlar üzerinden düşünen bir kişilik olarak vücut bulur. Buna karşın Halil, tamamıyla soyut bir düzlemin ve duyguların adamıdır bildiğimiz üzere. Yönetmen, bu zıtlaşma üzerinden kendi tarafını belirler ve bizi de yönlendirir aslında.

Halil’in Meral’in resmine, Meral’in Halil’e ve Başar’ın Meral’e duyduğu aşklar sıradışı tutkularla örülüdür; üç aşk da normal bir taban üzerinden yürümez. Meral, Halil’in kendisine duyduğu aşka hayranlık duyar; Başar ise nüfuzlu bir ailenin farklı kızı olduğu için Meral’e. Halil ise bildiğimiz üzere Meral’in ona hep aynı gözlerle bakan fotoğrafına. İnsan da böyle değil midir? Esasen imgelere aşık olmaz mıyız hepimiz? İnsanın aşık olma ihtiyacından gelen bu aşk yönelimi, insani hatalardan uzak ve kusursuz bir imgeye duyulan aşka dönüşür Halil’de. Ancak gerçek dünya düzlemine oturttuğumuzda kafamızdaki kadar kusursuz değildir hiçbir şey. Tıpkı bizler gibi Halil de muzdarip olmuştur bu somutlaştırma sürecinden. Bu somutlaşma hali mutsuzluğa sürüklemeye başlar hikayeyi. Misal, Meral’in babası ilk başta çok olumlu karşılar Halil’i. “Kızımın seçimi benim için önemlidir. Yakışıklı bir adamsın, kızım iyi seçim yapmış.”der. Hatta “birbirini seven insanların çocukları daha güzel olurmuş” diye de ekler bu tiradına. Sonrasında lafı dönüp dolaştırarak temelde yatan sınıf çatışmasını hissettirir bize. “Zengin bir kıza senin gibi iyi bir adam bile yetemez.” Güzel başlayan bir rüyadan derin kabuslara uyanırmışçasına sarsılır Halil. Türk toplumunun iki farklı katmanının arasındaki çatışmayı da çok net fotoğraflar bu diyalog aslında. Mümkün olduğunu zannettiği rüyanın üzerinde asılı olan gerçeklikle sarsılır Halil.

Sona yaklaşırız, karşılaştığımız final bize Halil’in ne kadar haklı olduğunu ispatlar bir bakıma. Babasının Halil’e söylediklerinden sonra vazgeçmiştir Halil bu evlilik işinden ki bu da filmde sınıf çatışmasını vurgulayan çarpıcı ögelerden biridir. Bunun sonucunda Meral, Başar’la evlenecektir ve herkes kendi sınıfında mutsuz ama konforlu hayatını yaşamaya devam edecektir aslında. Etrafındakilerin Meral’e, Meral’in de etrafındakilere yabancılaşmasına filmin başından beri şahit oluruz; ne var ki bu durum en çok Başar ile olan düğün sahnesinde betimlenmiştir. Çevresine anlamsız, mutsuz gözlerle bakan Meral’in üstüne dans eden insanların devasa gölgeleri düşmektedir. Bu sahnede hem insanların samimiyetsizliğine hem de bireyci yaklaşımlarına vurgu yapar Erksan. Meral’in mutluluğu lüks hayatta bulamadığını sonraki sahnede düğünden kaçıp gelinliğiyle Halil’in yanında bitmesiyle bir kez daha anlarız.

Resme bu kadar aşık olmasına karşın gerçek aşka asla ulaşamayacak oluşu muazzam bir çıkmaza sürükler Halil’i. Bir noktadan sonra resim artık ona yetmemeye başlar ve kendini gelinlik mağazasının önünde bulur. Mağazadan aldığı gelinliği cansız mankene giydirerek Meral’in resminin yanına bırakır sandalla açılırken. Gölün kenarında kendisini izlemekte olan Meral’i fark eder. Gölün kenarına giderek Meral’in de kayığa binmesini sağlar. Kayık tekrar gölün ortasına geldiğinde Meral önce kendi fotoğrafını gölün sularına bırakır. Filmin en can alıcı anlarından biri olan bu sahnede aşk artık somutlaşmış, ete kemiğe bürünmüştür. Meral’in bu hamlesindeki amacı bellidir aslında. “Artık fotoğrafıma bakmana gerek yok, ben buradayım.” demektir Halil’e. Daha sonra mankeni de suya atan Meral, aralarında artık hiçbir şeyin olmadığını vurgular ve Halil’e sarılır. Biz seyirciler ise klasik bir mutlu sona yaklaştığımızı zannederken Başar elinde uzun namlulu bir silahla gölün kenarında belirir. Her ne kadar hikâyenin kötü karakteri gibi gözükse de içinde çok büyük duygu patlamaları yaşayan Başar, gitgeller sonunda kendine hâkim olamaz ve Meral ile Halil’i vurur. İki aşık ebediyette kavuşmuşlardır birbirlerine, her şeyden uzak gölün ortasındaki kayıkta yan yana kanlar içinde uzanırken. 

Metin Erksan böyle bir son ile asıl çıkış noktası olan suret-i aşk’a bir kez daha bir göndermede bulunur. Erksan bunu anlamakla kalmamış, sindirmiştir bütün hücrelerine. Sindirmiştir ki her karesinden aşk damlayan, her sahnesi kartpostallık olan bu filmi ortaya koyup hayran bırakmıştır hepimizi. Aşk zaten özünde bir çerçevenin içine sığdırmaya çalıştığımız surete duyulmaz mı? O suretin değiştirdiği öze bağlanmak, alkole bağlanmak, sigaraya bağlanmak gibi o kimyanın bağımlısına dönüşmek değil midir aşk?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz