Yine her iki pazar gününden birinde olduğu gibi cüzdanını ve evin anahtarlarını masasının üzerinden aldı, atkısını boynuna, paltosunu sırtına geçirdi. Ayakkabılarının topuğuna basarak kapının eşiğinden merdivene doğru ilerledi. Önce, sağ ayağını ikinci basamağın üzerine koydu. İşaret parmağıyla topuğunun altına destek yaptı. Biraz debelendikten sonra, topuğunu ayakkabının boğazından geçirmeyi başardı. Parmağının üzerini kızartmıştı. Sol içinde aynı rutini gerçekleştirdi. Bu sefer daha başarılıydı. Herhangi bir parmağı daha kızarmadı.
Sokağa çıktığında serin bir hava ile kucaklaştı. Ellerini ovuşturdu, bir yumru haline getirdi, sıcak nefesini tek seferde avuç içlerine boşalttı, sonra birbirlerinden ayırıp attı onları ceplerine, yürümeye başladı. Çiselemiş yağmurun orta sertlikteki darbeleri kaldırım ve asfaltta ıslak benekler oluşturmuştu. Bunu aklından geçirdiğinde adımları düzensizleşti, başını yukarı kaldırıp etrafına bakındı. Kimseciklerin olmadığına kanaat getirdiğinde, yüzünde oluşmasını zor bela engellediği tebessümü serbest bıraktı. İki işi aynı anda becermek bu kadar mı zordu? Yokuş aşağı yolu hızlı aldı. Yol daha işlek bir caddeye varınca sağa saptı. Önüne aksak adımlarla yürüyen bir adam çıktı. Kaldırım dardı. Adamın sağından veya solundan geçemezdi. Yolun boş olduğu bir anda adımlarını hızlandırdı, karşı kaldırıma geçti. Yüzüne çarpan hava gözlerini yaşartmıştı. Yine de utandı. Biri görür korkusuyla saklamaya çalıştı. Yanlış anlaşılsa ve ona sorsalar, iki cümleyi bir araya getirip açıklayamamaktan korkuyordu. Zaten evden çıkarken de planını yapmıştı: Bugün sadece birkaç kelime konuşmak istiyordu.
Hafif kavisli ve yer yer deforme olmuş kaldırım taşlarının üzerinde yoluna devam ederken, gözlerinin ucuyla solunda kalan vitrinlere bakıyordu. Bir telefon hattı şubesi; dükkân tabelasında canlı renkler kullanılmış, yenilikçi bir fontla yazılmış ismiyle beraber, sanki dur durak bilmeden ilerlemeyi vaat ediyordu insana ve bir berber dükkânı; tabelası eski ihtişamını kaybetmiş, birçok mevsim atlatmış, ama tüm samimiyetiyle ben buralıyım der gibi duruyordu, hemen onun yanında. Berber bir yandan duvarın köşesine monte ettiği otuz üç ekran televizyonundan spor haberlerini takip etmeye çalışırken, önündeki koltukta oturan müşterisiyle konuşuyordu. Elleri tüm bu hengâmede, sanki ondan bağımsızmış gibi müşterisinin saçlarına ara makas atıyordu. Kimisi beceriyordu işte iki işi aynı anda yapmayı. O gün, havanın kapalı olması dükkânın içini daha dikkat çekici kılıyordu. Aydınlatmaya bakılacak olursa, tepede en az üç tane beyaz florasan vardı. Tahta kapının hemen sağ yanında duran askılıkta tek bir havlu asılıydı. Demek ki içerideki adam, berberin bugünkü ikinci müşterisiydi. Bunun üzerine aklına şu soru takıldı; hangi havalarda insanlar saçlarını kestirirdi? Buna biraz kafa yorduktan sonra, böyle günlerin daha yoğun geçmesi gerektiğini düşündü. O düşünedursun, ayakları yoluna devam etmiş, onu yeni bir sahneye itmişti. Bu kez adımları düzensizleşmemiş, hatta önüne bakmadan yürüdüğü halde ne o özensiz taşlara ne de yersiz engellere takılmıştı. Üstelik kimseye çarpmamıştı da. Birkaç blok daha geçtikten sonra, gözlerine, sol çaprazındaki ilkokul ilişti. Yavan bahçesi ve uzun parmaklıklarıyla hapishaneleri andıran bir ilkokul… Bu okulun bir özelliği vardı. Parlamentoda çoğunluk oluşturamayan hükümetler ne kadar sık aralıklarla değişirse, okul duvarlarının renkleri de o kadar sık değişiyordu. Bu sefer okul, onu fuşya pembesiyle karşılamıştı. Bir önceki karşılaşmada da aynı durumun yaşanmasına rağmen, sanki ilk defa yaşanıyormuşçasına gerçekleşmişti bu olay. Bu okulun ayrıyeten bir önemi daha vardı. Burası onun okuluydu. Hayatının yedi – yedi buçuk yılını burada geçirmişti. Ciğerlerine, özellikle sol tarafını baskılayan ağır bir havanın dolduğunu hissetti. Kafasını sağa, iki şeritli yolun olduğu tarafa çevirdi. Bir süre bekledikten sonra, aldığı nefesten fazlasını verdi. Ciğerlerini boşalttı ve yürümeye devam etti. Bu durum onun biraz canını sıktı.
Eski tren istasyonunun altından geçerken ellerini tünelin yaşlı duvarı üzerinde gezdirdi. Taşların önceleri sahip olduğu aralıkları yosunlar ve küfler doldurmuştu. Yüzeyi, pürüzlü ve aşınmıştı. Bir taşın bitip diğerinin başladığı yere doğru parmaklarını sürdü. Yavaşça elini çekti. Parmaklarını birbirine sürttü. Gözlüğünü düzeltti. Son durağın açıkça paltosunun sağ cebi olduğu bu hikâyede, ilk önce çenesini kaşıdı, sonrasında gömleğinin önünü bir yatağın örtüsünü düzeltir gibi keskin bir hareketle düzeltti ve nihai son. Tünelin bitişinde çiseleyen yağmurla tekrar buluştu. Omuz başları gerginleşti. Üşüdüğünü fark etti. Kollarını gövdesine iliştirdi. Adımlarını sıklaştırdı. Saatin kaç olduğunu merak etti fakat saatini çıkarıp bakma fikri hoşuna gitmediği için tahminleriyle yetindi.
Ufalanmaktan neredeyse toz haline bürünmüş taşlarla kaplı basamaklara geldiğinde, kafasını yukarı kaldırdı. Duvarlarının sıvası dökülmüş, biraz ihtiyarlamış koca bir stadyum… O haliyle bile heybetli görünüyordu. Daha önce Kadıköy’de buna hiç benzemeyen, büyükçe bir tanesini görmüştü. Sevmemişti gösterişçiliğini. Gişeye ilerledi. Sıra yoktu. Dışarıda, gişeci haricinde altı kişi vardı. Biri arabasını park etmeye çalışıyordu. Tekerleğin ezdiği taşlar, hoşuna giden sesler çıkarıyordu. İki afacan çocuk güvenlik görevlisinin yanında duruyordu ve bir polis ıslanmak istemiyor olacak ki biraz daha içerde, taş sütunun altında bekliyordu. Ucuz kâğıda basılmış bileti cebine koyup turnikelere ilerledi. Görevli ondan bileti istemedi, hızlıca üzerini aradı, ceplerinde ne olduğunu sordu, sonrada turnikeden geçmesine izin verdi. Gözlerinin sevdiği renklerle buluşması ile arasında üç basamak vardı ama her seferinde o, tedirgin olmayı başarabiliyordu. Kapıdan kafasını çıkarıp tribüne baktığında, orayı hayal ettiğinden farklı bulmaktan korkuyordu. Tanıdığı hiçbir yüzü görememek ya da herkesi keyifsiz bulma fikri canını sıkıyordu. Çünkü hep gülünsün isterdi. Mutsuz olsa da gülebilmeli insan. Bu düşüncelerini yorgan altı ederek, hızlı bir şekilde basamakları adımladı. Önce kendine bir yer bakındı. Tanıdık bir yüz gördüğünde yanına geçti, selamlaştı. Evden çıkmadan önce kullanmayı kararlaştırdığı kelimeleri sarf etti. Aslında, ne bir şey sorası vardı ne de anlatası. Futbolcuların tünelden çıkışı da onun bu isteğini gerçekleştirmesinde yardımcı oldu. Seremoni yapıldı. Rakip takımlar birbirleriyle ve maçın hakemleriyle tokalaştılar. İlk önce top toplayıcılar ve güvenlik görevlileri yerlerini aldı, daha sonra futbolcular saha dizilimine uygun bir şekilde çim zeminin üzerini doldurdular. Hakemler de hazır olunca, başhakemin düdüğüyle maç başladı. Düdüğü duyana kadar insana rahatsızlık veren plastik koltukların ve insanların bu rahatsızlıklarını sık sık kıpırdanarak gidermeye çalışmasının, düdük ile beraber unutulduğunu gördü. Etrafına düzensiz aralıklarla yerleşmiş seyrek kalabalığı izlemeye başladı. Sol çaprazında, yetmişine merdiven dayamış iki eski futbolcu gözleriyle savunmadaki dört numaranın diktiği topu takip ederken, aralarında bir zamanlar futbolun nasıl olduğu hakkında hararetli bir nutuk kesiyor ve her uzun soluklu cümlenin ardından, kafa hareketleriyle birbirlerini onaylıyorlardı. Sağ tarafta, tribün demirlerinin önünde üç küçük çocuk vardı. Temponun düştüğü dakikalarda şakalaşıp gülüşmekte, birbirlerinin omuzlarını yumruklamaktaydılar fakat top ne zaman rakip kaleye yaklaşsa, içlerinden biri olduğu yerde zıplamaya başlıyor, diğer ikisi de demir tutamağı elleriyle sıkıca kavrayıp bir ileri bir geri, sabırsızca sallanıyorlardı. Gözleri son olarak sol paralelindeki orta yaşlı kadına ve onun yanındaki genç kıza ilişti. Kadın oturduğu yere ait değildi. Her an kalkacakmış gibi ucuna oturmuştu. Elleri dizine dayalı, düzensiz zamanlarda dizlerini ovuşturuyordu. Göz hareketlerinin hızı ve kaşlarının asimetrik hali onu endişeliymiş gibi gösteriyordu. Rakip takım oyuncusunun, takımın sekiz numarasına yaptığı sert faul sonrası gayriihtiyari yerinden kalkması ve sol elini alnına götürmesi, belli ki bir annelik iç güdüsüydü. Yanındaki kız hakkında güzelliği dışında hiçbir izlenim edinememişti. Sekiz numaranın ve orta yaşlı kadının herhangi bir yakını, akrabası ve tanıdığı olabilirdi. Skor tabelasına baktı. Dakikalar kırk beşi gösteriyordu. Dördüncü hakemde bir hareketlenme göremedi. Maçın hakemi saatini kontrol etti ve ilk yarıyı bitirdi. İlk yarıda, bu yaşananlar haricinde kayda değer hiçbir şey gerçekleşmedi.
Takımlar soyunma odalarındaki yerlerini alırken, tribün tarafında da kapıya doğru bir hareketlenme oluştu. O, olduğu yerde oturmaya devam etti. Daha sonra, plastik koltuk canını yakmış olacak ki, ayaklandı. Bir süre ayakta kaldı. Tekrar aynı yere oturmanın anlamsız olacağını düşündü. İki yana kaydı. Bu eyleminin ardından etrafına bakındı. Onu izleyen birilerinin olup olmadığını kontrol etmek istedi. Seyircilerin büyük bir kısmının sigaraya çıkmış olması onun işini kolaylaştırmıştı. İzlenmediğine emin olduktan sonra, içi biraz olsun rahatladı. Sahayı izlemeye koyuldu. Top toplayıcı çocuklardan biri kaleye geçmişti. Diğerleri takımın yedek oyuncularıyla paslaşıyorlardı. Bu esnada saha kenarındaki polisler yer değiştirmiş, onun oturduğu tribüne yaklaşmıştı. Beklenenin aksine, rakip taraftarlardan deplasmana pek gelen olmamıştı. Beklenenin aksi mi olurdu hep, anlamıyordu. Onun için uzun bir süredir böyle oluyordu. O da uzun bir süredir bekliyordu bir şeyleri.
Hay aksi! İkinci yarı başlayalı çoktan on beş dakika olmuş, kalelerinde bir gol görmüşlerdi bile. Skor tabelasına arada bir bakma alışkanlığı olmasa, durumun farkında bile olmayacaktı. Burnuna yünlü montlara sinmiş olan sigara kokuları da dolmaya başlamıştı. Herkes ne çabuk yerlerini almıştı. Sürekli bir şeyleri kaçırdığını, yanlış zamanlarda yanlış yerleri izlediğini düşündü. Tribüne gelip maçı, önemsiz anların bir özeti olarak izleyen başka biri var mıdır, diye merak etti. Haline güldü. Aklına geldikçe haline gülerdi zaten. Ayağını öndeki yükseltiye koydu, kolunu dizine yasladı, çenesini de avucunun içine devirdi. Gözlerini büyücek açtı. Sahada hiç yabancı olmadığı, daha önce defalarca tanıklık ettiği bir manzarayı izliyordu. Yenilen tarafın telaşı böyle oluyordu.
Hayatta tarafların olması onu içten içe üzerdi eskiden. Hep beraber sevinemez miydik, derdi. Aklı kemale erdiğinde anlamaya başladı. Çünkü hep beraber kazanamazdık. İçimizden birisi sürekli, yerinden doğrulamayıncaya kadar yiyecekti ki ötekimiz açlıktan ölebilsin. İşler böyle olunca, o da başladı taraf tutmaya ama bu sefer de, kalbi hep yarım kaldı. Sonra seslenemedi tabi cennet vatanım diye sevdiği toprağa, bazen ellerini bile öpemedi büyüklerinin.
Sağ kanattan açılan bir ortayla geri döndü gerçek dünyaya. Dokuz numaralı hücum oyuncusu iki savunmacının arasından topa yükseldi, top kaleciyi geçti, direkte patladı. Üstüne, sonuçsuz kalan bir atak daha yaşandı. Rakip kapandıkça kapanıyordu. Saha içindeki atmosfer gerginleşmiş, maç sürekli duraksıyordu. Yeşil zeminin çeşitli bölgelerinde aynı anda sakatlar veriliyordu. Bu zaman diliminde, sahanın en çok koşanı, sağlık ekibi olmuştu. Tribünün gediklilerinden biri ’’Tek sedyeye kıçlı başlı toplamalı tüm sakatları!’’, diye söylendi. O vakitten itibaren, skora yatmak kelimesi artık ona, eskisi gibi mecaz gözükmemeye başladı. Ceza sahası ön çizgisinde yapılan faulün ardından, rakip oyunculardan birinin kendini yere bırakıp yeniden sağlık ekibini çağırmak istemesi, bardağı taşıran son damla olmuştu. Önce hakaretler uçuştu etrafta. Sonra itişmeler başladı. Taraftarlar da kavganın hararetiyle ayaklanıp, öne atıldılar. Tribün bir gemi olsa, çoktan alabora olmuştu. Hakem olayı kontrol altına alabilmek için kartlarının yardımına başvurdu. İki takımdan da birer oyuncuyu kulübeye gönderdi. Rakip takım istediğini elde etmiş, kalan süreyi başarılı bir şekilde eritmişti. Dördüncü hakem maça üç dakikalık uzatma süresi ekledi. Bu hareketi havada asılı kalan bir hoşnutsuzluğa sebep oldu.
Uzatmaları oynamak, dedi içinden. Bir koşturmaca hali gibi işte, daha önce hiç olmadığı kadar gayret etmek, doksan dakikada bulamadığını üç dakikadan ummak… Bir insan eylemi, yıllarca daha iyi yaşamak için çalışıp biriktirdiğini, ne zaman harcayacağını bilmediğinde ortaya çıkan. Elindeki tek gerçek şu an iken, geleceğin cazibesine kumar oynamak gibi, hiç ama hiç ölmeyecekmişiz gibi.
Rakip savunma oyuncusu topu kendi yarı sahasından uzaklaştırdı. Hakem saatini kontrol etti. Elini dudağına götürdü. İki kısa bir uzun… Düdüğünü çaldı. O gün, doksan artı üçte hiçbir şey olmadı.