Ana SayfaGenel"Cesur" Yeni Dünya

“Cesur” Yeni Dünya

“İnsan, doğası gereği…” gibi fonetiğinden beklenmeyecek kadar güçlü bir laf bulunur dilimizde. “İnsan, doğası gereği rekabetçidir”, “doğası gereği hırslıdır” vs. Fakat insanın doğası yaşadığı çağın süregelen şartlarıyla hep bir devinim halindedir. Örneğin, mülkiyetin olmadığı bir dönemde böylesi bir hırstan söz edilebilir miydi veyahut çocuklar henüz pusetin içindeyken onları yarışa davet etmeseydik bu denli bir rekabetten haberleri olur muydu? Eğer bir eylemi insanın doğasına atfedecek kadar anlamlandıracaksak bunun gerçekten insanın doğumuyla birlikte başlaması gerekir. “İnsan doğasına ait ne vardır?” diyecek olursanız aklıma ilk “bağırmak” sözcüğü gelecektir. Bir acı karşısında, bir korku anında ya da kendimizi herhangi bir çıkmazın içinde hissettiğimiz anda bağırmak. Öyle ki bu durum insana sonradan zerk edilmiş bir tepki değildir. Nefes almaya başladığımız an itibariyle bu yetiye ve bunu kullanma refleksine sahip oluruz. Çocukken küçük acılar ve komik korkularla filizlenen bu bağırma eylemi; ileriki yıllarda zulme, haksızlığa ve baskıya karşı etkili bir işlev kazanmıştır. 

Gel gelelim yazının başında da söylediğim gibi; toplumun kültürel yapısı, sistemsel krizler veya hegemonik güçler insan doğasıyla oynamak konusunda marifetli. Bugün, çevremize hatta kendimize atacağımız alelâde bir bakışla ne derece bir tepkisizliğe, kodlarımıza ne denli aykırı bir sessizliğe büründüğümüzü idrak edebiliriz. Bunun birtakım sosyolojik incelemelerle ortaya çıkabilecek ve daha akademik yazılarla açıklanabilecek bir konu olduğuna inanmakla birlikte, çıplak gözle biz sıradan çinko karbon vatandaşlar da bazı çıkarımlar yapabiliriz. Dijital dünyanın bizleri alıştırmış olduğu tembellik, tıklanma üzerinden elde etmeye çalıştığımız popülarite arzusu ve günümüzde iyiden iyiye totaliterleşmeye başlayan vesayet rejiminin baskılarıyla oluşmuş kitlesel bir histeri. Yazıyı yazmakta olduğum esnada “cumhurbaşkanlığına hakaret” sebebiyle günde 100’e yakın insanın gözaltına alındığı düşünüldüğünde bu korkunun maalesef ki yerinde olduğunu hatta bunu oturduğumuz yerden eleştirmenin amiyane tabirle lümpenlik olduğunu düşünmekteyim. Fakat sunduğum diğer iki sebebin oluşturduğu etkisizlik ve beraberinde getirdiği yozlaşma, ufak bir serzenişten çok daha fazlasını hak ediyor. Kısacası bu tık popülizmi, statükonun kılıcı olmasa da görünmez bir kalkan rolünü ziyadesiyle yerine getiriyor.

Bahsetmiş olduğum dijital aktivizmin en büyük üretim ve tüketim alanı Twitter. Toplumsal bir olaya en kısa vadede reaksiyon gösterilen ve aynı hızda kitlesel bir ağ oluşumunun temelinde yer alan Twitter’ın pek alâ işlevsel kullanıldığı anlara çokça şahit olduk. Ancak şunu da unutmamalıyız ki kapitalist dünyada ayakta durabilen her şirket gibi sosyal medya uygulamaları da kullan-at politikasıyla çalışıyor. Sık sık karşılaştığımız adaletsizliklere karşı oluşturulan kamuoyu; hashtag’leri olabildiğince hızlı tüketiyor, köklenmesi gereken henüz filiz hâlindeki tepkileri de kurutmaktan kendini alıkoyamıyor. Kendi okulumuzdan bizzat örneklerle bu husus daha kolay anlaşılabilir. ODTÜ’nün açılmasına az bir zaman kala yüz yüze eğitim açıklamasının ardından gerek yapılan açıklamayla örtüşmeyen tavır gerekse ODTÜ arazisinden geçecek olan “Rant Yolu” projesi hakkında sosyal medyada görece güçlü denilebilecek çıkışlar yaşandı. Yüzlerce retweet, onlarca destek tweeti ve peşi sıra gelen öfkeli yazılar… Fakat iş harekete geçme safhasına geldiğinde o tweetleri atan atik parmaklar, sanıyorum ki sanal kum torbasında öfkelerini attıktan sonra bitap düştüler. “Yüz yüze eğitim istiyoruz!” sloganlarını online platformlardan atmak zaten yeterince ironikken bir de işlevsizliğiyle mücadele etmek durumunda kaldık. (Pek tabi eylemlerin ne derece işlevli olduğu, üç beş konvansiyon sloganın hashtag’lerden ne denli farklı olduğu tartışmaya oldukça açık bir konu, ancak bu konu için eylem pratikleri üzerine düşünülmesi gerekiyor ve şu an için öncelik hiyerarşisinde alt basamaklarda yer alıyor.) İşte böylesine etkisiz bir tepkiye karşı, kendinizi otoritenin yerine koyduğunuzda elinizde tuttuğunuz gücün birkaç Twitter çemkirmesiyle asla sarsılmayacağını bileceksiniz ve eminim hepinizin içinde bir Adam Smith türeyecek: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” 

Oysa güçlü bir birliktelikle, sanal dünyanın araçsal bir pratikle kullanılmasıyla arzu ettiğimiz, hak ettiğimiz sonuçlar mümkün. Bundan çok değil, yalnızca 2-3 sene evvel yine aynı otoriteye karşı şenlik eylemlerindeki kazanımımız ortada. Sosyal medyayı bir megafon olarak kullanıp sesimizi duyurduktan sonra herkesin bir elini taşın altına koyup diğer elini havaya kaldırmak suretiyle yapmış olduğu imece eylemler, bugün okulumuzun bizlerin elinde olduğunun teminatıdır.

Tıpkı yukarıdaki video gibi “olanak yoksa biz varız” ve var olmalıyız. Dijital dünyada belki de bir nebze olsun analog kalmalıyız. Fakat bu durumun pratiğe geçmesinde zorlanmamak elde değil çünkü karşımıza yine dijital aktivizm isimli nemesis çıkıyor. Yazının bu kısmına kadar sosyal medyanın getirdiği tembellikten dem vurmuştum. Biraz da kolay yoldan elde edilmek istenen tık popülizminin aslında küçük çaplı, postmodern eylem kırıcılığından bahsetmek isterim. Şöyle ki günümüzde politik olarak doğru yerde durmanın övülecek bir yanı yok. Aksine politik olarak doğru yerde hareket edilmesi gerekiyor. Oysa birtakım sosyal medya fenomenlerinin ve sözde muhalif ünlülerin clicktivist riyakârlıkları aynı statükonun değirmenine su taşıyor. Kimisi metamorfoz evresindeki metaforlarıyla ne idüğü belirsiz, herhangi birinin anlamasına imkân olmayan, her devrin aforizması olabilecek omurgasız çıkışlar yapıyor; kimisi ise hangi yaraya pansuman olduğu bilinmeyen, kanaat önderliği yapmaya çalıştığı videolar ile vicdan mastürbasyonu yapmaktan öteye gidemiyor. Henüz tıp literatürüne kazandırılmamış bir hastalık olan bu pasif aktivist kişilik bozukluğunun toplum tarafından hiçbir paye verilmeyerek tedavi edilmesi gerekiyor. Aksi takdirde, sosyal medya toplumun sırtını sıvazlayıp gazını almaktan öteye gidemiyor.

Halihazırda okumuş olduğunuz satırlara sinen öfkenin ve tüm metni kaplayan acınası durumun gelişim fazındaki büyük pay sistemsel bir dejenerasyona ait olsa da pastayı sahibine teslim eden yine bizleriz. Oysa yapılması gereken Kaf dağının arkasında ya da buz dağının görünmeyen kısmında değil. Fikirler, eylemlere dönüştükçe edimsel bir varlık kazanır. Bu sebeple sosyal medyayı bir çözüm merkezi olarak kullanmak yerine bir toplanma alanı olarak aktif hale getirmeliyiz. Çünkü bir ateşin harlanması için bol oksijene ihtiyaç vardır ve bana soracak olursanız aradığımız oksijen klavyenin tuşları arasındaki boşluklarda değil, sokakta.

BENZER İÇERİKLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sponsor

Bu platform Nish Digital tarafından desteklenmektedir.

POPÜLER İÇERİKLER