Ana SayfaKültür - SanatDemir Perdenin Ucu: Kieslowski

Demir Perdenin Ucu: Kieslowski

“Sinema hiçbir şeyi değiştirmez ama insanların çok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.”

Krzysztof Kieslowski’yi anlamak için çocukluğuna, yaşantısına, o dönemki Polonya iklimine vâkıf olmak çok önemli. Varlıktan ve yokluktan beslenen bu adam kaybolduğunuzu düşündüğünüz her an size kendinizi hatırlatacak bir güce sahip. II. Dünya Savaşı’nın en ateşli olduğu zamanlardan 1941 Haziran’ında Varşova’da veremden bitap düşmüş bir babanın ve eşinin yaralarını sarmaya çalışırken kendini tüketmiş bir annenin kucağına doğuyor Kieslowski. Göçebe gibi oradan oraya savrulurken aynı zamanda savaşın yarattığı manevi ve maddi boşluğu doldurmaya çalışıyorlar ailecek. Annesi ve kardeşiyle tüm çocukluğu boyunca sanatoryumu olan tüm Polonya şehirlerinde yaşadığını anlatıyor bize “Kieslowski, Kieslowski’yi Anlatıyor” kitabında. Oradan oraya sürüklendiği kafa karışıklıklarıyla dolu bu dönemde, meslek seçimini itfaiyecilikten yana kullanıyor.  Ailesi bu istekten hiç hoşnut olmasa da onu bir İtfaiyeci Eğitim Lisesi’ne yolluyor. İtfaiyeci Eğitim Lisesi’ne başladıktan sonra ailesinin çekincelerini anlamış olacak ki hayatının hem kendisi hem de biz sinema seyircileri için çok kritik olan bu dönemini arkada bırakıyor. Bu çalkantılı kendini bulma süreci esnasında babası, Kieslowski’yi bir Tiyatro Teknisyenleri Lisesi’ne yazdırıyor. Tiyatroya olan aşkı burada başlıyor ve meslek seçimi itfaiyecilikten tiyatro yönetmenliğine keskin bir dönüş yapıyor. Polonya’da o dönem tiyatro yönetmeni olmanın şartı ise yüksek öğrenime sahip olmak. Bu şartı yerine getirebilmek üzere Lodz Sinema Okulu’na gitmeye karar veriyor. İlk başvurusunun reddedilmesinin ardından ikinci sene şansını tekrar deniyor. Sonuç ilkinden pek farklı olmasa da üçüncü ve son kez başvurusunu yolluyor. Bu başvuruyu sadece kendine karşı verdiği savaşta galip gelmek ve hırsını yenmek için pek de inanmayarak yapıyor. Sonunda kabul ediliyor ve gözlerimize, kulaklarımıza şenlik verecek bu adamın sinema kariyeri başlıyor. Son ve okula kabul edilmesini sağlayan mülakatta Kieslowski’ye bir soru yöneltiliyor: “Kitle iletişim araçları nelerdir?” Kieslowski bu soruya “Tramvay, otobüs, troleybüs, uçak.” şeklinde oluyor kendinden son derece emin bir biçimde. Bu konuya dair kendisi “Onlar sorunun aptallığı karşısında benim müstehzi bir cevap verdiğimi, doğrudan doğruya cevap vermeyi kendime yakıştıramadığımı düşündüler. Okula alınma sebebim bu olsa gerek ama gerçekten kitle iletişim aracı denince aklıma troleybüs gelmişti.” diyor. Okula kabul edilmek istemesindeki en önemli sebebi olan tiyatro hevesi, başarısız girişimleri yüzünden kırılıyor,1961-62 yıllarında Polonya tiyatrosu da eski ihtişamını kaybetmiş olmasının da bu hayal kırıklığında etkisi büyük. Tiyatrodan vazgeçip hayatına devam edebilmek için bir süre farklı farklı işlerde çalışıyor. Zoliborz Meclisi’nde memurluk yapması ve tiyatroda kostümcü olarak çalışması bunlardan sadece bazıları. Askerden kaçmaya çalıştığı için sürekli okumaya çalışıyor. Hatta gün geliyor Öğretmen Okulu’na gidip sanat dersi alıyor ve oradaki herkesi sanat öğretmeni olmak istediğine ikna ediyor. Çürük belgesi alabilmek için sistematik olarak kilo veriyor ve sonunda çifte şizofreni tanısı konulduğunda artık askerden tamamen kurtulmuş oluyor. Lodz çok donanımlı bir sinema okulu o dönemde,  Polonya’da normal şartlarda yayınlanması teklif dahi edilemeyecek filmleri bu okulda izleme fırsatı buluyorlar. Gerekli teknik ekipmanlar her zaman temin edilebiliyor ve mentörlük hizmetine ulaşılabiliyor. Kieslowski’nin fotoğrafa ilgisi çok büyük, okulda istedikleri kadar film ve makine kullanarak fotoğraf çekebiliyorlar. Ayrıca Lodz, öğrencilerine senede en az bir tane film çekme şartı koyuyor ve Kieslowski’de her fırsatta okulun onu ne kadar geliştirdiğini, hayatın sadece yaşamaktan ibaret olmadığını öğrettiğini söylüyor. Edindiği tüm bu bilgi birikimine rağmen kendisinin okulda izlediği filmler gibi filmleri asla çekemeyeceğini düşünüyor. Hayal gücünün, zekasının ve yeteneğinin bunun için yeterli olmayacağını düşünüyor. Bazı yönetmenlerin hayatında ne kadar baskın rolü olduğunu filmlerinde gözlemlesek de  “En çok etkilendiğiniz yönetmenler kimlerdir?” sorusuna hiçbir zaman tam ve gerçek bir cevap vermiyor. Bu tarz soruları Dostoyevski, Kafka, Shakespeare gibi cevaplarla geçiştiriyor, her zaman onun için bu yazarların herhangi bir yönetmenden daha önemli olduğunu yineliyor. Hayatı boyunca imrendiği öyle yönetmenler var ki asistanlık yapmaya karşı olmasına rağmen hayatında bir kez Ken Loach’un asistanı olmak istediğini, sadece kahvesini getirip götürmeyi ve çalışırken onu izlemek istediğini söylüyor. Aynı şeyler Orson Welles, Fellini, Bergman ve hayatında bir mihenk taşı olduğunu düşündüğüm Andrey Tarkovski için de geçerli. “Andrey Tarkovski son yılların en iyi yönetmenlerinden biriydi. Çoğu gibi o da artık yaşamıyor. Zaten yönetmenlerin birçoğu ya öldü ya da film çekmeyi bıraktı. Ya da mesleklerinin bir aşamasında bir şeyleri, kendilerine has hayal güçlerini, zekalarını ya da hikâye anlatma yöntemlerini bir daha geri dönmeyecek şekilde yitirdiler. Tarkovski bunları yitirmemişlerden biriydi. Ama ne yazık ki öldü. Belki de daha fazla yaşayamadığı için öldü. İnsanlar zaten genelde bu yüzden ölür. Kanserden ya da kalp krizinden veya araba kazasından öldükleri söylenebilir ama gerçek insanlar, yaşamaya devam edemedikleri için ölürler.”

1960-70 arası dönemde sinema, Polonya için çok önemli bir yere sahip. Söze dökülmemiş gizli mesajlar filmlerin içine yedirilerek gerekli yerlere ulaştırılıyor. Hedef kitle bazen spesifik bir kişi bazen de halkın ta kendisi. Sansürcülerin yakalamakta çok zorlandığı bu yöntem, sinemayı sadece bir seyir olmaktan çıkarıyor ve kitlelere yön veren bir araca dönüştürüyor. Sansürcülerin yakalayamadığı bu mesajlar seyirci tarafından gayet açık bir şekilde özümsenebiliyor ve sinema bir noktada halkın toplumsal vicdanına dönüşüyor. Ne televizyonda yayınlanmak için ne de program boşluğu doldursun diye film çekiliyor. Sinema; içinde yer aldığı endüstrinin henüz şahısların değil devletin gücüne dayandığı bu dönemde, Polonya halkının sesi olmaya ve ideal dünyada olması gerekenleri değil gerçekte olanları göstermeyi sürdürüyor. 1968 yılında Kieslowski’nin okulu bitirmeye yakın olduğu dönemlerde bir deneysel sinemacılar grubu ortaya çıkıyor. Negatiflerin üstünde delikler açarak ve filmleri kazıyarak çektikleri görüntülere deneysel bir hava katmaya çalışıyorlar. Amaçlarının sadece deneysel sinema olmadığını anlamamız çok uzun sürmüyor dolayısıyla. Dönem şartlarında Polonya’da bir sinema okulunu direkt olarak kapatmak doğal olarak sizi sansürcü ve sanat düşmanı yaptığı için otoritelerinin sarsılacağından korkan üst düzey yöneticiler; okulda yaratmak istedikleri, tam da kendilerine göre olan bu havayı sağlamak için “Deneysel Film Savunuculuğu” yapan bir güruhu kullanıyor. Bu kitle deneysel filmlerin sinemanın özünü oluşturduğunu ve tekdüze, özellikle de politika temelli, filmlerin artık “normal” sayılan olmadığını savunuyorlar.

“Bu tür filmleri beğenen biri değilim ve beni rahatsız ettiklerini de çekinmeden söyleyebilirim ama sorun bu değil. Bu tür filmlerden hoşlananlar var ve delikler de onlara hitap etmek için yapılır. O delikleri kullanarak bir şeyleri yok etmeye çalışmıyorsanız, benim de onlarla bir alıp veremediğim olmaz.”

Kieslowski nihayet okuldan çıktığında sektöre belgeselci olarak giriş yapıyor. Mezuniyet filmi aslında ilk profesyonel filmi. Z Miasta Lodzi (Lodz Şehrinden, 1969), Devlet Belgesel Stüdyoları için çekilmiş bir eser ve belli olduğu üzere Lodz kasabası hakkında. Lodz savaştan diğer yerlere nazaran daha az etkilenmiş, insanların onlarca yıldır hiç gelişmeden hayatlarını sürdürmeye mahkûm edildikleri bir kasaba. O dönemde Kieslowski’nin yaptığı ve yapacağı belgesellerde politik olduğu kadar sanatsal bir hava da hâkim. Ayrıca Polonya halkı için Kieslowski, politik olmasının da çok değerli olacağı bir karakter. Belgeselcilik yaptığı bu dönemde halkın bir kısmı onu oportünist diye yaftalarken bir kısmı da çok seviyor. Çektiği belgesellerle II. Dünya Savaşı’nın yarattığı entelektüel boşluğu doldurmaya ve halkın kafasındaki soru işaretlerini gidermeye çalışıyor. Buna ilişkin olarak Kieslowski, “Gerçek problemlerimiz olduğu için hayalî olanları aramıyoruz.” vurgusunu bulduğu her fırsatta yapmaktan çekinmiyor. 70 grevlerinden sonra ortada herkesi heyecanlandıran bir amaç ortaya çıkıyor: dünyayı tanımlamak. Halkın ve yönetmenimizin bu ihtiyaçları doğrultusunda Kieslowski’nin en politik belgeseli doğmuş oluyor:Robotnicy ’71 (İşçiler’71). Bu belgesel insancıl bakış açısından çok uzak ve herkesin kaldıramayacağı bir üsluba sahip. 1971 yılındaki işçilerin bilinç düzeyini ve bakış açılarını yansıtmak için yapılan bu belgesel filmiyle,  filmlerin aksiyonlardan ziyade fikirlerden yola çıkması gerektiğini savunuyor. Bazı parti liderleri bu belgeseli manipüle ederek kendi çıkarlarına hizmet edecek hâle getirmeye çalışıyorlar, izin verilmediğinde kartları farklı oynamaya başlıyorlar. Bir sabah Kieslowski ve senarist arkadaşı montaj odasına giriyor ve röportaj yaptıkları ama insanları tehlikeye atmamak için kullanmaktan vazgeçtikleri ses bantlarının olmadığını görüyorlar. Bantlar beklenmedik bir şekilde iki gün sonra ortaya çıkıyor. Bundan kısa bir süre sonra da polisler Kieslowski’yi gözaltına alıyor. Bantları dolar karşılığında Komünizm karşıtı sansürsüz yayın yapan Özgür Avrupa Radyosu’na satıp Polonya dışına kaçırmakla suçlanıyor. Dönemin şartlarının gayet farkında olan Kieslowski için bu oyunlar devede kulak kalıyor ve bir noktada bunlardan beslenmeye başlıyor. Zaman ilerledikçe Kieslowski çektiği filmlerin maddi boyutunu karşılayabilmek için para kazandığı tek işi yapmaya, belgesel çekmeye bir süre daha devam ediyor. “Ahlaki Kaygılar Sineması” dediğimiz anlatının ortaya çıkmasıyla beraber kendini filmlere iyice kaptırıyor. Bez Końca (Sonu Yok, 1985) filmi Kieslowski’nin kariyeri için bir dönüm noktası oluyor. 80’ler Polonya’sının çok sert bir panoraması olan bu film insanın iç dünyasında bambaşka yerleri deşiyor. Yapısöküm’ün, spiritüelliğin ve politikanın içinize işlediği bu film Polonya’da hiçbir otorite tarafından kabul görmüyor aksine nefret ediliyor.

“Yasalar günümüzde çok şey istiyor. İnsan ilişkilerindeki en değerli şeyi öldürüyor. Eğer yasalar, sadakat ve güvene karşıysa o zaman bu ahlaksızlıktır. Hiçbir hükümet bölünmüş bir topluma hükmetmeye kalkışmamalıdır.”

Bez Końca aynı zamanda Kieslowski’nin bundan sonraki filmlerinde karşımıza Van den Budenmayer olarak karşımıza çıkacak olan Zbigniew Preisner ile çalışmaya başlamasına vesile oluyor. Bez Końca’dan sonra Kieslowski sineması daha içsel, birey esaslı bir yere evriliyor. Bunda sıkıyönetimin yerle bir ettiği sinema endüstrisinin tekrar canlanması ve işsizlik yüzünden başka sektörlere yönelen sinema emekçilerinin tekrar kendi işlerini yapmaya başlamasının da etkisini yadsımak pek mümkün değil. Polonya’da sinema filmi çekebilmeniz için karşılamanız gereken şartların arasında, sırasıyla televizyon için önce yarım saatlik ve ardından bir saatlik film çekmek bulunuyor. Kieslowski’nin sinema diye yanıp tutuştuğu bu dönemde hayatımıza Dekalog (1988) gibi bir gerçek giriyor. Dekalog, Tevrat’ta geçen on emiri her bir bölümde ayrı ayrı anlatan, karakterlerinin ve olayların birbirine bir noktadan bağlı olduğu, yarattığı nüanslarla bölümler ve karakterler arası bağlar kuran -ki bu Kieslowski’nin en sevdiği şey- televizyon filmlerinden oluşan bir dizi. Dekalog’da Kieslowski’nin belgeselci kişiliğini filmlere nasıl ustaca yedirebildiğine ve belgeseli bir amaç olmaktan kurtarıp nasıl bir araca dönüştürdüğüne şahit oluyoruz. Bu serinin özelliklerinden bir diğeri ise 1. film, 2. emri; 2. film, 3. emri anlatıyor. Bu örüntüde devam eden sıralamanın 10. Filminde ise ilk emir yani “komşunun malına göz dikmeyeceksin” teması anlatılıyor. Daha sonra Dekalog’un beşinci ve altıncı bölümleri yirmi beşer dakika uzatılarak uzun metraj sinema filmleri haline getiriliyor. Beşinci bölüm “Öldürmek Üzerine Kısa bir Film”, idam, ölüm ve meşruiyet konuları üzerine eğiliyor. Kieslowski’ye Cannes Özel Juri Ödülünü kazandırarak doğu bloğunun kasvetinden kurtarıyor ustayı. Dekalogların altıncısı ise “Aşk Üzerine Kısa Bir Film” olarak ortaya çıkıyor. Politikadan tamamen hür iradesiyle uzak duran bir film olmanın yanı sıra Kieslowski’nin varolmanın yüklerini ve insana hissettirdiği ağırlığı perdeye nasıl bir profesyonellikle yansıttığını anlamak için biçilmiş kaftan. 1991’de ise “Veronika’nın İkili Yaşamı” ortaya çıkıyor. Bu film Kieslowski filmografisinde bir kısmı Polonya dışında çekilen ilk film olması ve Fransa ortak yapımı olmasıyla farklı bir yerde konumlanıyor. Çekildiği dönem itibariyle -Sovyetlerin yıkılması- politikadan tamamen uzak durmasını engellese de doğrudan politika üzerinden temellendirilmeyen bu filmde Kieslowski politikayı sadece filmi besleyen bir araç olarak kullanıyor. 1993 yılında, meslek hayatının en parlak döneminde adının bütün dünya tarafından hala biliniyor olmasını sağlayan bir üçleme yapıyor: “Üç Renk Üçlemesi”. Bu serinin ilk filmi olan “Üç Renk: Mavi”, tamamı Polonya’nın dışında çekilen ilk Kieslowski filmi olma özelliği taşıyor. Fransa bayrağının mavisiyle beraber özgürlük temasının işlendiği bu filmde Juliet Binoche bize neyi var neyi yoksa gösteriyor ve olağanüstü bir seyire davet ediyor. Üç Renk üçlemesini izlediyseniz, her daha iyisi olamaz dediğinizde daha iyisinin yine Kieslowski tarafından geleceğini biliyorsunuzdur. Üç Renk: Mavi’den sonra bu sefer Fransa bayrağının ikinci rengi olan beyazla karşılaşıyoruz. Üç Renk: Beyaz filmi eşitlik kavramı üzerine kuruluyor. Julie Delphy eşliğinde içinizdeki adalet terazisini size sormadan dengelemeye çalışıyor. Üçlemenin son filmi Üç Renk:Kırmızı bize kan kırmızısı atmosferiyle kardeşlik temasını işliyor. Tesadüf sandığınız her şeyin aslında ne kadar ince düşünülmüş olduğunu anladığınız o an, yüzünüze en sert tokatını çarpan Kryzstof Kieslowski kendisi de yaptığının farkında olmuş olacak ki meslek hayatına bu noktada son verme kararı alıyor. Bundan sonra ne yapacağı sorulduğunda “Eve gidip sigara içeceğim.” cevabıyla karşılık veriyor bizlere.

54 yıllık yaşamı sonunda kendine sinema tarihinden sarsılmaz bir yer ayırtan bu adam, 13 Mart 1996 tarihinde bir kalp rahatsızlığı sebebiyle hayata veda ediyor. Belki Kieslowski de o çok sevdiği ustalarını yâd ederken söylediği gibi artık yaşayamadığı için ölmüştür, ne yazık ki biz bundan hiçbir zaman emin olamayacak ve her filminin içinde kendimizi aramaya devam edeceğiz.  

Kaynakça:

Stok, D. (2010), Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor, Agora Kitaplığı

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
BENZER İÇERİKLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sponsor

Bu platform Nish Digital tarafından desteklenmektedir.

POPÜLER İÇERİKLER