Ana SayfaGenelBatı Medyasında Direniş Ne Zaman Haktır?

Batı Medyasında Direniş Ne Zaman Haktır?

“Gerçeği basit bir dil oyunuyla gölgelemek kolaydır: hikayeye “Sonrasında,” ile başla. Hikayeye “Sonrasında,” ile başla ve dünya tersine döner. Hikayeye “Sonrasında,” ile başla ve Amerikan yerlilerinin okları asıl suçlular, beyazların silahları da kurbanlar olacak. Siyahilerin beyazlara olan öfkesinin vahşice olması için hikayeye “Sonrasında,” ile başlamak yeterli. Hikayene “Sonrasında,” ile başlarsan Vietnamlılar napalm bombasının insanlığına zarar verir, Victor Jara’nın şarkıları utanılacak olur, Pinochet’nin Santiago stadyumunda binleri öldürdüğü kurşunları değil. Hikayeye “Sonrasında,” ile başlamak anneannem Umm ‘Ata’yı suçlu, Ariel Sharon’u da onun kurbanı yapmak için yeterli.”

Murid Bergusi, Ramallah’ı Gördüm.

Batı medyasının kurduğu anlatıda gördüğümüz Filistin şiddeti, İsrail vahşetine göz yumarken yerli halka karşı tarihsel katı gerçeklikten soyutlanmış makul bir mağduriyet beklentisi yaratıyor. Egemen sınıf yazınında bir savaş aygıtı olarak inşa edilen devletlerin tarihinin üstü çizilirken yerli halkın en az 75 yıldır sömürgeleşme karşısında sürdürdüğü direnişin bağlamından uzaklaştırılması tesadüf değil.

İşgalin tarihine bakacak olursak Filistin halkının ne direnişi ne de sömürgeleştirilmesi siyonist İsrail devletiyle başlamıyor. Filistin halkı, önce Osmanlı daha sonrasında Birleşik Krallık Mandası yönetimlerinin sömürgeci himayesi altında yaşamaktan Küresel Güney’in diğer birçok toprağında olduğu gibi kendi kaderini tayin edemiyor. Ancak Filistin toprakları o zamanlar ilk siyonist yerleşimcilerin iddia ettiği ve şu anda egemen medyadan okuduğumuz gibi çorak topraklar değildi.

19.yy’ın sonlarında Avrupa’da üst boyutlara taşınan anti-semitizmden yükselen siyonist hareket, tek kurtuluşun milli bir ülkenin (yani bir etnokrasinin) olması gerektiğini varsaydı. 1917’de Balfour Deklarasyonu ile İngilizler bu ülkenin topraklarını Filistin olarak vadettiler. Böylece siyonistler, Filistin halkıyla birlikte emperyalist İngiliz yönetimiyle savaşıp anti-semitist vahşete karşı iki halkın kutsal topraklarında beraber yaşadığı bir sığınak kurmak yerine başka bir halkın topraklarının işgal edilmesini meşru gördüler. 

Siyonistler, amaçlarını gerçekleştiren ilk hamle olarak 1922’de kurulan Filistin Mandası’nda toprak satın aldı, bu şekilde Filistin topraklarında güç sahibi olmayı amaçlıyorlardı. Ancak 26 milyon dönümlük Filistin topraklarının en fazla 2 milyonunu satın alabildiler. Bu durumda Filisitin’in tamamına sahip olmak isteyen siyonistler, lobicilik faaliyetine girişerek toprağın taksim edilmesine dair kampanyalara başladı. 

Filistin direnişi ise İngiliz yönetiminin politikalarına karşı örgütlenmeye başlamıştı. Bu politikalar; Küresel Güney’in diğer kolonilerlinden tanıdık gelecek şekilde, Filistinli köylülerin tarım mahsullerinden ağır vergiler alıyor, şehir merkezlerine taşınanları ise yoksulluğa mahkum ediyordu. 1936 yılının Nisan ayında altı ay süren bir genel grev örgütlendi. Emperyal şiddete karşı silahlı direnişin gerekliliğini o zamandan savunan örgütlenmelerle birlikte tarih, 1936-1939 yılları arası Büyük Arap Ayaklanması’na tanık oldu. Köylü ayaklanmalarının ve genel grevin bastırılması için siyonist yerleşimci milistleri ve İngiliz işgalcileri birlikte çalıştı.

İngiliz yönetimi, siyonist projenin başarıya ulaşması için Yahudilerin Fillistin topraklarına göçünü teşvik etti. Topraklarla bağı ancak yerleşimcilikle kurulan bir millet; Batı emperyalizmle işbirliği içinde şehirlere, fabrikalara ve verimli topraklara çöktü. Bu sürecin de kansız geçtiği söylenemez. 1948 yılında İsrail’in bağımsızlığının ilanıyla yoğun bir soykırım ve halkı, kök saldığı bu topraklardan sökmeyi amaçlayan ve Nekbe diye isimlendirilen “Büyük Facia” başladı. Siyonistlerin milisleri çok daha gelişmiş silahlarıyla Filistinlilerin köylerini yerle bir etti, psikolojik baskılar kurdu, toplu katliam ve tecavüzler gerçekleştirdi ve yaklaşık 800.000 yerli topraklarından sürüldü. 

Yerlerinden edilen Filistinlilerin bir gün evlerine dönecekleri inancı da, kalanların haklı direnişi de hiç bitmedi. Çünkü Tevfik Ziyad’ın dediği gibi yerleşimci zulmünün Filistinlileri seçtikleri özgürlük yolundan döndürmektense “iğne deliğinden fil geçirmek/ Samanyolu’nda kızarmış balık yakalamak” da bin kat daha kolaydı.

Yakın zamanlarda ise Filistinliler İsrail’in daha ağır ve sistematik baskılarına maruz kaldı. Şehir girişlerinde duran tüfekli askerlerle, 7/24 havada asılan droneların sesiyle kendi topraklarında göçmen olmak zorunda kalan halka her daim gözetim altında oldukları hatırlatılıyor. Medya anlatısını domine eden İsrail’e göre uygulanan bu sistematik şiddet işgal değil, özsavunma. Bu anlatı, İsrail’in kurucu mitlerinden biri. Diğer ulus-devletlerde olduğu gibi kurucu miti devlet kurumlarının isimlerinde dahi sürebiliyoruz: İsrail ordusunun adı, İsrail Savunma Kuvvetleri.

Bu şiddete karşı özsavunma gösteren Filistinliler; 70’lerde Filistin direnişi içerisinde güçlü olan seküler-komünist hareketten günümüzdeki İslami hareketlere kadar aynı oryantalist perspektif ile kriminalize ediliyorlar. Tarih 1987 yılında tekerrür edip Filistinliler Gazze ve Batı Şeria’daki sömürge yaşamı koşullarına Cebaliye mülteci kampından yayılan sivil eylemliliklerle birinci İntifada’da bir dur dediğinde de 2018 yılında Gazze’deki Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü’nde de binlerce Filistinli işgalci İsrail tarafından öldürülmüştü. Bu güç asimetrisi, Filistin direnişinin mücadele stratejileri değişse de değişmedi.

Geçtiğimiz üç haftadır el-Aksa Tufanı Operasyonu ile gündemimize yeniden giren Gazze’de, bu güç asimetrisiyle bağlantılı olarak topyekûn bir soykırım uygulanıyor. Fosfor bombası kullanımından 2.2 milyon insanın yaşadığı bir yerin hava uçaklarıyla gece boyunca bombalanarak dümdüz edilmesine kadar birçok eylemin nedeni bir kez daha İsraillilerin güvenliği olabiliyor. General Yadlin’in Hamas yönetimindeki bir Gazze şeridinin kendilerini mutlu edeceğini söylemesinin nedenini 15 yıldır Gazze her bombalandığında Hamas’ın bahane edilmesinde tekrar tekrar görüyoruz.

Bizim takip ettiğimiz medyada ise, Küresel Emperyalizminin bir uzantısı olan İsrail Devleti’nin sahip olduğu işgal güçleri yok sayılarak resmedilen “İsrail-Hamas Savaşı” devletler arası bir eşitlik varsayıyor. Bu varsayım ise savaşı tarihsizleştirirken var olan güç asimetrisi bağlamında Filistin’e karşı meşru bir sömürü zemini oluşturuyor. Ezilenin mücadelesini değil işgalcinin güç gösterisini ahlak sınırları içerisine alan burjuva etiği, batı tahakkümünden sızan oryantalizmin nasıl şiddet aklayabileceğini bir kez daha hatırlatıyor. Sonuç olarak batı perspektifi ile savaşı medya üzerinden izleyen bizlerin gözünde Filistin direnişi medeniyet sınırlarını aşmış, Filistin halkı ise var olmak için verdikleri mücadelede burjuva etiğine uymayarak beklenen sessizliği sağlayamamış oluyor.


Editörler: Ceren Deniz, İlayda Karademir

BENZER İÇERİKLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sponsor

Bu platform Nish Digital tarafından desteklenmektedir.

POPÜLER İÇERİKLER