‘‘Bizler tıpkı hayal kuran ve daha sonra hayalinde yaşayan hayalperestler gibiyiz.’’

David Lynch, yalnızca kelimelerle tanımlaması olanaksız bir adam. O; bir ressam, bir mobilya tasarımcısı, bir yönetmen, bir oyuncu ve bir müzisyen. Fakat her şeyin ötesinde o, sanatın her bir dalına âşık olan ve bunu yaptığı eserlerle bizlere sunmak için can atan birisi.

20 Ocak 1946 tarihinde Missoula, Montana’da doğan Lynch, okulun özgürlüğün tohumlarını yok ettiğine kanaat getirir. Resim sanatına ilgi duymaya başlayınca Philadelphia’da sanat okuluna gitmeye karar verir ve böylelikle resim, sanat hayatında attığı ilk adım olur. Philadelphia ise gelişimini en çok etkileyen şehir olacaktır.

Resim çizmeyi sürdürürken bir an gelir ve her şeyi değiştirir. Hayatının dönüm noktalarından biri olan o anı David Lynch kendi sözleriyle şöyle anlatıyor: ‘‘Resimdeki bir figüre bakıyorum, esen rüzgârı duyuyorum ve küçük bir hareketlenme görüyorum. Resimlerin biraz da olsa hareket edebileceğinin düşünü kurmuştum ve bu an tam olarak oydu.’’

Fight With Myself, 2013
Head #3, 2013

                                     

İçinde yeşeren heyecanla tıpkı hareket eden resimlere benzeyen filmler çekmek ister ve kısa film serüveni böylelikle başlamış olur. 1967 yılında Pennsylvania Akademisi’nde orijinalliğinin ilk ürünü olan Six Figures Getting Sick adlı kısa filmi çeker ve ardından deneysel kabul edilen birçok kısa film çekmeyi sürdürür. Amerikan Film Enstitüsü Konservatuarı’na katıldığında eline geçen bursla ilk uzun metrajlı filmini çekmeye hazırlanır. 1971 yılında çekimlerine başladığı Eraserhead, bütçe sıkıntıları nedeniyle 5 yılda tamamlanır. 

Eraserhead, distopik bir endüstri sahasında yaşayan sessiz bir genç adamın, deforme olmuş çocuğuna bakması üzerine kurulmuş bir hikayedir. Etrafında olup bitenlere müdahale etme yetisini kendinde göremeyen ve ürkek bakışlar atan baş karaktere, en az onun kadar absürt olan yan karakterler eşlik eder. Karanlık, kasvetli, soyut ve sürrealist imgelerle süslü bu film; ilk yıllarında kimilerinin kafasında soru işaretleri bıraksa da zamanla kültleşir. 

Filmi seyircinin tepkisinin ne olacağını düşünmeden çeken yönetmen, film için ‘’benim Philadelphia hikâyem’’ ve ‘‘çektiğim en ruhsal film’’ tanımlamalarını kullanıyor. Filmin birçok metafor bulundurması insanlar tarafından farklı yorumlanmasına sebep olsa da Lynch bu filmi açıklamayı reddediyor ve önemli olanın seyircilerin film sırasındaki düşünceleri ve hisleri olduğunu savunuyor. İşte sinemanın büyüsü burada ortaya çıkıyor.

‘‘Bir filmin veya bir resmin kendine ait bir dili vardır. Ve bu dili kelimelerle ifade etmek doğru değildir. Kelimeler yoktur orada.’’

1980 yapımlı The Elephant Man filmi ile Lynch, ilk büyük başarısını elde eder. John Hurt ve Anthony Hopkins’in başrollerde olduğu film, Victorian Londra’sında John Merrick isimli deforme olmuş bir adamın gerçek hayat hikâyesini ele alıyor. Dış görünüşünden dolayı sirklerde zorla çalıştırılıp üzerinden para kazanılan John Merrick, Frederick Treves isimli cerrah tarafından keşfedilir ve hastanede onun özel koruması altında yaşamaya başlar. Cerrah, insanların dünyasından soyutlanmış ve nadiren konuşan John Merrick’i hayata geri kazandırmaya çalışırken bu adamın kalbinde yatan sevgiyi, konuşmasındaki nazikliği ve parlak zekâsını keşfeder. Hayatı boyunca ‘‘iyi olmak’’ için çaba gösteren Merrick’in hikâyesi aslında yozlaşmış toplumumuzun iki yüzlülüğünü ve farklı olanı dışlama eğilimini gözler önüne serer. John Merrick’in ise tek düşü, bu toplum tarafından sevilmektir.

The Elephant Man’in ödül törenlerindeki büyük başarısından sonra Lynch, Frank Herbert’in aynı isimli bilim kurgu kitabından uyarlanan Dune filmini çeker. Hikâye uzak gelecekte, feodal sistemin altındaki yıldızlararası bir imparatorlukta geçer. Başrolde Kyle MacLachlan, Arrakis gezegenin kontrolünü ele geçiren soylu bir adamın oğlunu canlandırır. Yüksek bütçesine rağmen film, beklentileri karşılayamaz ve hayal kırıklığı yaratır.

David Lynch’in bir sonraki filmi olan Blue Velvet, ismini Bobby Vinton’ın aynı isimli şarkısından alıyor. Kara mizah unsurlarıyla dolup taşan film, Lynch’in en önemli ustalık eserlerinden biri olarak görülüyor. Freudyen Teori’den beslenen bu film, dedektif olmaya özenen Jeffrey’nin bahçede kesik bir kulak bulmasıyla başlar. Bu kulak onu, sanatçı olan Dorothy’e götürür ve gerçeklerin karanlığı su yüzüne çıkmaya başlar. Lynch’e göre bu kulak sahnesi, Jeffrey’nin keşfetmekte olduğu farklı bir dünyaya bileti olacaktır.

Film ilerledikçe karakterlerin bilinçaltını daha yakın bir mercekten izleriz. Bilinçaltlarında sıkışıp kalmış duygular açığa çıkarken gece ve gündüz arasındaki bariz farkı bile anlayamaz oluruz. Karakterler arasındaki bağ sağlamlaşırken gerçekliği sorgularız. Lynch’in filmin derinlerine kazıdığı ipuçlarını zihnimizde anlamlı kılmak gittikçe zorlaşır ve mutlu sonun bizi mutlu kılmadığı gibi düşüncelere iter.

‘‘Ve hala gözyaşlarımın arasından mavi kadifeyi görebiliyorum.’’

1990 yılında David Lynch, televizyon tarihinde daha önce görülmemiş bir dizi çekmeye koyulur. Kendisi de FBI Ajanı Gordon Cole karakteriyle dizinin birçok bölümünde yer alacaktır aynı zamanda. Tipik bir Amerikan kasabasında geçen Twin Peaks, bu kasabanın karanlık sırlarını ortaya çıkarırken Amerikan Rüya’sının sadece bir rüyadan ibaret olduğuna tanıklık ettirir. Tüm kasaba tarafından sevilen Laura Palmer’ın cinayeti kasabanın sessizliğini bozduğunda FBI Ajanı Dale Cooper kasabada belirir ve hiç bitmesini istemeyeceğimiz hikâye burada başlar. 

Twin Peaks, rüyaların ve gerçeklerin her bir noktasına dokunurken birçok duyguyu ve değeri aynı anda barındırıyor. Dale Cooper’ın sezgilere dayanan çözüm yolları, Laura Palmer’in bilinmez kişiliği, pembe dizi tiplemeleri, ana hikâyeden bağımsız gelişen yan hikâyeler, mistisizmin mizahla buluştuğu karanlık ama bir o kadar da iç ısıtan atmosfer… Hepsi Twin Peaks’i eşsiz kılsa da televizyon kanalları, insanların henüz böyle bir diziye hazır olmadığını düşündüğünden dizi 2 sezon sonra final vermek zorunda kalır. Final bölümünde ise Laura Palmer, Dale Cooper’a ‘‘Seni 25 yıl içinde bir daha göreceğim.’’ dediğinde hiçbir şeyin burada bitmediğini ve henüz başlangıçta olduğumuzu anlarız.

Eş zamanda, aynı isimli romandan uyarlanan Wild at Heart filmini çeken Lynch, Laura Dern ve Nicolas Cage’in başrolleri paylaştığı bu romantik suç filminin başarısının ardından iptal edilen dizisinin hikâyesini henüz tamamlamadığını düşünerek Twin Peaks: Fire Walk with Me filmini çekmeye koyulur.

Fire Walk with Me, diziden daha koyu bir atmosfere sahiptir. Mizah dozu az, gizem ve gerilimi yüksek bu filmde Laura Palmer’ın ölmeden önceki son günlerini izleriz. Laura Palmer’ın daha önceden bilmediğimiz karanlık yönlerini keşfetmemizi sağlayan bu film dizinin bazı parçalarını birleştirse de tamamlayıcısı niteliğinde değildir. 

1997 yılında David Lynch hem kendisinin hem de sinemanın en iyi neo-noir filmlerinden biri olan Lost Highway’i çeker. Kısa süreli hafıza kayıpları yaşayan ana karakter Fred Madison’ın evliliğine dair kaygılarla çıktığı bu yolda kimliğini yitirişini izleriz. Bu parçalanmış hikâyede zaman ve mekândaki doğrusal çizgi bozulur ve birleştirmek seyirciye düşer. Eşsiz müziklere sahip filmdeki yolculuklar bir sona varmaz. Bu yolculuklar kişilik değiştiren karakterlerin bilinçaltlarında gezindiğimiz yollardır sadece. 

‘‘Benim hatırladıklarımın yaşandığı gibi olması gerekmez.’’

Bir sonraki Lynch filmi, gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanarak çekilen The Straight Story olur. Film, hasta kardeşini görmek için çim biçme makinesiyle 300 mil yol giden Alvin Straight’in hikâyesini anlatır. ‘Lynchian’ sinemasının unsurlarını bulundurmayan bu film, film endüstrisinde şok etkisi yaratır.

David Lynch; kendisine sayısız ödül kazandıran, yüzyılın en iyi filmlerin biri olarak kabul edilen Mulholland Drive’ı 2001 yılında çeker. Düşsellik ve gerçeklik arasındaki farkı kırmızı ve mavinin kullanımıyla anlatmaya çalışan film, bu ikisinin farkıyla iki parçaya bölünmüş durumdadır. İlk parça Hollywood’a ünlü bir oyuncu olmak için gelen Betty/Diane’in gözlerinden hayatı, olmasını istediği gibi gösterirken ikinci parça aslında gerçekleşenlerin tam tersi olduğunu sahneler. Gerçeklerin kaçınılmazlığı, kayıp kişilikler ve dökülen gözyaşları filmde birçok duyguyu aynı anda yaşattırıyor. Bağımsız filmler çeken ve Hollywood’un basmakalıplarına karşı çıkan Lynch, buranın hayalleri gerçekleştiren bir mekândan çok uzak olduğunu anlatmak istiyor. 

Eş zamanda kısa filmler çekmeye ve konser videoları yönetmeye devam eden David Lynch, en uzun filmi olan Inland Empire’ı yayınlar ve bu filmi ‘‘başı dertte olan bir kadının hikâyesi’’ olarak tanımlar. Bu filminde yönetmen kendi kurallarını dahi çiğneyerek bütünsellik kurmayı reddediyor ve 3 farklı parçayı bir filme sığdırıyor. Tüm bunları yaparken hayattaki zıtlıklar arasındaki uçurumu göstermekten de zevk alıyor.

2017 yılında Lynch’in yarım kalmış Twin Peaks’i, The Return adı altında ekranlara geri döner. Twin Peaks: The Return, 18 saatlik bir filmin bölümlere ayrılmasıdır aslında. İyi Cooper-Kötü Cooper, Beyaz Loca-Kara Loca, Blue Rose Projesi, kötülüğün kaynağı Judy, Gordon Cole, Diane, kasaba sakinlerinin yan hikâyeleri ve bu eşsiz yolculuğa eşlik eden bölüm sonlarındaki konser sahneleri…  25 yıl aradan sonra Twin Peaks eski bir dostla karşılaşmak gibi. David Lynch adeta bir son sunmaktansa yolculuğun kendisinden keyif aldırtmak istiyor. Yarattığı evrene yeni bir tanesini daha ekleyerek şaheserini hem derinleştiriyor hem de genişletiyor. 

‘‘Bunun bizi nereye götüreceği hakkında hiçbir fikrim yok. Fakat hem olağanüstü hem de garip bir yer olacağına dair emin bir hissim var.’’

Şu ana kadar birçok filminin albümüne katkıda bulunan sanatçı, aynı zamanda BlueBOB, Crazy Clown Time ve The Big Dream olmak üzere 3 tane stüdyo albümüne de sahip. Kendisi söz yazarlığı yapmaktan, gitar çalmaktan ve vokal olarak şarkılara eşlik etmekten zevk duyuyor.

David Lynch, yaptığı her eserle kalıpları yeniden yıkar ve olağanın dışına çıkar. O, filmlerinde araba ve yolları özgürlüğün değil, tehlikenin habercisi olarak kullanır. Telefon görüşmesi sahneleriyle işlerin değişeceğini sezdirir. Uzun, kırmızı perdelerin ardında gizem unsurları saklar. Sürrealist imgeleri felsefi ögeler ile bir araya getirir ve bilinçaltına dair saptamalar yapar. Yaratıcılıkla oluşturduğu soyutlamaları ustalıkla işler. Gerçek ile rüyayı fantezilerle süsleyerek iç içe geçirir ve filmlerini bu ikisi arasındaki ince çizgide çizer. Sessiz ve huzurlu görünen Amerikan kasabalarındaki absürtlüğü trajediyle birleştirerek kendine has bir melodram inşa eder. Ağlamayı bir zayıflık belirtisi değil, insanın doğasında yeşeren bir eylem olarak kullanır.

Her eserine kendisine dair parçalar serpiştiren bu adamın asıl amacı, bizlere bir şeyler hissettirmektir neticesinde. Hissettirdiği en güçlü duygu şüphesiz ki sevgidir. Seyircisine düşen görev ise filmlerini bir tablo gibi incelemek fakat onları tamamen bir anlama bağlamaktan ziyade barındırdığı duyguları keyifle karşılamak, her bir saniyesinden zevk almaktır.

Kaynakça:

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz