İçinde bulunduğumuz bu süreçte herkese “sağlıklı günler” diyerek başlamak istiyorum yazıma. Sağlıklı olmanın sadece fiziksel kaynaklı olmadığını daha iyi anladığımız şu günlerde umuyorum ki mental sağlığınızı da koruyorsunuzdur. COVID-19 (Korona) adıyla hayatımıza giren ve yaşantımızı derinden etkileyen bu virüs yüzünden evlerimize kapanmış durumdayız. Kimimiz kendini kültürel ya da sportif anlamda geliştirerek bu süreçle başa çıkarken kimimiz de hiçbir şey yapmak istemiyor olabilir. Kendi tercihlerimiz sonucunda evlerimizde kalmıyoruz; bu nedenle de bu durumla herkesin başa çıkma yönetimi farklı oluyor. Bu süreçte evlerinde hayatlarına devam edebilen insanlar olduğu gibi kiraları veya faturaları yüzünden çalışmaya devam etmek zorunda olan insanların olduğunu da unutmayalım. Bu virüs ırk, din, dil veya cinsiyet tanımıyor olabilir fakat herkesin “aynı gemide” olmadığının da birer canlı tanığıyız; ki bulunduğumuz ekonomik koşullar içerisinde bunları unutmamız mümkün değil! Demem o ki; aslında bu sürecin sonunu ve getireceklerini bilmeden yaşıyoruz, tıpkı bu süreçte insanlığın nereye evrildiğini de bilmediğimiz gibi. Psikolojik olarak bu belirsizliğin içinde savrulduğumuz, yadsınamaz bir gerçek olarak hayatımızda yerini alıyor. Herkes kendi hayatındaki etkileri çözmeye çalışırken bizler de öğrenciler olarak ODTÜ’den uzak kaldığımız bu süreçte nasıl mezun olacağımızı, derslerimizi nasıl vereceğimizi ya da yaz okulunda almamız gereken dersleri düşünüyoruz. Ve doğal olarak hocalarımızın ve yönetimin zaten bizler için yeterince zor olan bu süreci daha da zorlaştırmamasını istiyoruz. Önemli olanın bütün gün evde kalmak olmadığını; aslında evde kaldığımız bu günlerde zamanın ne kadar verimsiz geçtiğinin farkına varmalarını istiyoruz. İşte bu yüzden bu süreç başladığından beri belli sistemlerin getirilmesi için uğraşıyoruz. Herkese daha adil davranan bir sistemle bu zor günleri aşmayı umuyoruz ama yapabildiğimiz yönetime sesimizi duyurmaktan fazlası olmuyor. Peki bu yönetimin arkasındaki yönetim? “Üniversiteleri tatil ediyoruz” haberiyle bizlere uzaktan eğitime geçildiğini söyleyen o “yüce” kurum kimdir? Üniversitelerin sözde özgür bilim yuvaları olmaktan çıktığını savunarak kurulan ve denetlenmeye ihtiyacı olduğunu söyleyen bu kurum ne zaman ve hangi amaçlarla kurulmuştur? Bu soruları YÖK’ü tanıtırken cevaplamaya çalışalım. Ama her şeyden önce;

Daha özgür, adil ve eşit imkanlarda eğitim aldığımız günler diliyorum!

12 Eylül 1980 darbesinden sonra askeri yönetim üniversitelerdeki baskısını ve etkinliğini arttırıyor. Bu durumu takip eden günlerde devlet tarafından üniversitelerin kontrolünün daha kolay sağlanması için Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 6 Kasım 1981 tarihinde çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile kuruluyor. 1982 Anayasası’nın 131. maddesinde YÖK’ün kurulma amacını ise “Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı ile” şeklinde açıklıyorlar. Bu kanunla beraber yükseköğretim kurumları ve idari yapısı yeniden şekilleniyor. Tüm yükseköğretim kurumlarını tek çatı altında topluyorlar ve akademilerin üniversitelere, eğitim enstitülerinin eğitim fakültelerine dönüştürülmesinin yolu açılıyor ve konservatuvarlar ile meslek yüksekokulları üniversitelere bağlanıyor. Bunların sonucu olarak 1980 Anayasası’nın 130. ve 131. maddeleriyle birlikte özerk ve kamu tüzel kişiliğine sahip olan Yükseköğretim Kurulu, üniversitelerimizden sorumlu olan tek kuruluş olarak hayatlarımıza giriyor.

Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından YÖK başkanlığına Prof. Dr. İhsan Doğramacı getiriliyor ve ülkemizin bilim yuvaları askeri bir emirle İhsan Doğramacı’ya bırakılıyor. İhsan Doğramacı, bu dönemde ülkemize batı tarzı bilimsel bir eğitimin kazandırılması için çok çalışıyor; fakat bu çalışmalarını hem 12 Eylül Darbesi’ni yapanlarla iş birliği yaparak hem de YÖK başkanı olduktan sonra siyasi çıkarlar yüzünden hocalarımızı üniversitelerinden uzaklaştırarak gölgede bırakıyor. Bu yıllarda YÖK’ün öğrenciler üzerindeki baskısı bir yana hocalarımızın atamalarına engel oluyorlar, onları sakal-bıyık kontrolü adı altında rencide ediyorlar ve okullarımızı birer askeri üs haline getiriyorlar. Yıllarca tartışmalara neden olan ve ücretsiz eğitim hakkı üzerinde kara bir leke olan üniversite harcı ise YÖK’ün kurulduğu 1981 yılında 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile birlikte hayatımıza giriyor.

YÖK, tüm yükseköğretim kurumlarından sorumlu tek kuruluş haline geldikten sonra ODTÜ, 7307 sayılı kanunla sahip olduğu özerk statüyü kaybediyor. Bundan sonra YÖK’ün ODTÜ üzerindeki baskısı da artıyor ve ODTÜ’nün özgürlükçü eğitim anlayışına bir darbeyi de YÖK kararları vuruyor. YÖK’ün kuruluşunun hemen ardında dönemin rektörü Prof. Dr. Mehmet Kıcıman “görevinden ayrılıyor” ve yerine Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Gönlübol atanıyor. Atanan yeni rektör, yeni yapılanmaları da beraberinde getiriyor. Yeni sistemle birlikte gelen bütçe sıkıntıları bir yana, 1982 yılında yine YÖK’ün kararıyla Beşeri İlimler Bölümü kaldırılıyor ve yerine Felsefe, Tarih, Modern Diller ve Yabancı Diller Eğitimi Bölümleri kuruluyor. ODTÜ’de görev alan bütün akademik ve idari personel ile sözleşmeli işçi statüsünde görev yapmakta olanlar 1 Ocak 1983 tarihinde memur statüsüne geçiyor. Bu dönemde üniversiteler asıl büyük darbeyi 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının yürürlüğe girmesi üzerine 1402’likler kapsamında yapılan tasfiyelerle yaşıyor. Bu yasayla birlikte ODTÜ de ciddi kayıplar veriyor ve bu dönemde 400 kişi görevinden istifa ediyor. Üniversiteler üzerindeki baskıcı yapılanmalar bu yıllarda hız kazanmış bir şekilde devam ediyor. İstifaların ardından 1985 yılında ODTÜ’nün gelişmiş üniversite olarak kabul edilmesiyle YÖK, ODTÜ üzerinde bütçe ve kadro kısıtlamasına gidiyor. Bunun sonucunda ise ODTÜ’de yine personel kayıpları gerçekleşiyor. Diğer yandan vakıf üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi ise personel açısından daha çekici hale geliyor. ODTÜ’den Bilkent’e ciddi düzeyde personel geçişi olduğu için dönemin atanmış rektörü Gönlübol, Bilkent Üniversitesi’nin kurucusu olan YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ile 5 yıl boyunca Bilkent’in ODTÜ’den öğretim üyesi almayacağı yönünde bir anlaşma imzalıyor.

Ocak 1987 tarihinde ODTÜ arazisinin bir kısmı gayrimeşru yollarla Bilkent Üniversitesi’ne satılıyor. Bu tartışmalı satışın Ankuva Alışveriş Merkezi, Meteksan Holding Yerleşkesi ve Bilkent Konutları’nın inşası için tahsis edildiği haberleri üzerine İhsan Doğramacı pek çok suçlamayla karşı karşıya kalıyor. Bunların yanı sıra bu satış okulumuzda da büyük tepkiyle karşılanırken Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Alpay Birand ve Elektrik Bölümü Başkanı Prof. Dr. Canan Toker satışın yapıldığı toplantıdan sonra istifa ediyor. Öğrenciler ise bugün dahi sıklıkla tekrarlanan Rektörlük önü toplanmasını gerçekleştiriyor ve siyah çelenk bırakıyorlar. Okulumuzun eski rektörü Kemal Kurdaş bu satışın gerçekleşmesinden sonra satılan arsa hakkında “Doğramacı, 1968’de de Hacettepe’ye arsa aktarıyordu. Ben engelledim.” diyerek Doğramacı’nın ODTÜ arazisi üzerindeki yasa dışı planlarını doğruluyor.

Yıllarca üniversiteler üzerinde baskı kuran ve ülkemizin bilim yuvalarını siyasi ve ekonomik çıkarlarla denetlemeye devam eden YÖK, rektörlük seçimleriyle de oldukça tartışmalar yaratıyor. 1982 Anayasası ile birlikte rektör atamalarına da detaylı bir düzenleme getiriliyor. 1982 Anayasası ile birlikte gelen bu düzenlemeyle 1992 yılına kadar YÖK tarafından belirlenen adaylar, 2547 sayılı kanunla Cumhurbaşkanı tarafından atanıyordu. Fakat 1992 yılında getirilen düzenleme ile üniversitelerin demokratikleşmesi yönünde atılan bir adım olarak seçimli modele geçiliyor. Rektör adayları seçimle belirleniyor ve YÖK’e gönderilen 6 adaydan 3’ü seçilip Cumhurbaşkanlığı makamına sunuluyor. Cumhurbaşkanı ise bu 3 kişiden birini 1992’de getirilen düzenleme ile rektör olarak atıyor. 24 yıllık bu uygulama ile genellikle üniversitelerin seçtiği birinci aday rektör olarak atanıyor ve üniversitenin idaresi için demokratik bir uygulama oluyordu. Fakat 29 Ekim 2016 tarihli Kanun Hükmünde Kararname ile üniversite seçimlerinin ortadan kaldırılmasıyla 1992 yılından önceki sisteme dönülüyor. Çıkarılan KHK ile devlet üniversitelerinde rektör, YÖK tarafından önerilecek, profesör olarak en az 3 yıl görev yapmış 3 aday arasından Cumhurbaşkanının seçimiyle atanıyor. Rektörlük süresi 4 yıl olarak belirleniyor ve iki dönemden fazla rektörlük yapılamıyor. Fakat bu uygulamaya da 13 Eylül 2018 tarihinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yeni yapılanma geliyor. Bu kararnameyle birlikte profesörlük görevinin “en az 3 yıl” olması ibaresi çıkarılıyor.

2016 yılında yapılan düzenleme ile okulumuzda 12 Temmuz 2016 tarihinde yapılan rektör seçimleri sonucu her zamankinin aksine oldukça tartışmalı oluyor. YÖK’ün Cumhurbaşkanına gönderdiği liste kamuoyuna duyurulmuyor. Cumhurbaşkanı rektör olarak seçimlerin sonucunda 270 oy alarak birinci olan Prof. Dr. Nevzat Özgüven yerine 117 oy alarak 2. olan Prof. Dr. Mustafa Verşan Kök’ü atıyor. Bu konu hakkında açıklama yapan ODTÜ Mezunları Derneği’nin de değindiği gibi okulumuzda 1990’lı yıllardan beri ilk kez, üniversitemizin tercihi gözardı ediliyor. Seçimlerdeki herkesin ODTÜ’lü olduğu gerçeği bir yana önemli olanın kişiler değil, ODTÜ’yü ODTÜ yapanın ilke ve değerleri olduğu bir kez daha açıkça belli oluyor. Göreve geldiği 2016 yılından bu yana yaptığı tartışmalı açıklamalar ve uygulamalarla rektör Verşan Kök, ODTÜ geleneklerine sahip çıkamadığını açıkça gösteriyor. Bizler ise ODTÜ geleneklerinin böyle oluşmadığını ve bu düzenin böyle devam edemeyeceğini öğrenciler olarak hatırlatmaya “ısrarla” devam ediyoruz.

Rektörlük seçimlerinden gizli arazi satışlarına, hocalarımızın “istifa”larından personel çıkarmalara kadar birçok meselenin atanmış rektörlerle çözülmeyeceğine çok yakından şahit olduk. Bizler, bugün dünyada yaşanan savaşların, salgınların, doğal felaketlerin ve özgürlük mücadelelerinin bir numaralı tanıklarıyız. Yaşadığımız dönemin tanıkları olarak ülkemizin de geleceği bizleriz. Baskıcı rejimlerin yer almadığı üniversitelerimizde eğitim almak ise en büyük hakkımız. Bu hakkın önünde duranlardan biri olan Yükseköğretim Kurumu ise 1982 Anayasası ile birlikte hayatımıza girerek üniversitelerimizin özerk yapısına bir karşı çıkıştır. Kurulduğu yıldan itibaren yaptığı düzenlemelerle üniversitelerin kendi gelenekleri ve kültürüyle yönetilmesinin ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Bizler, bu ülkenin geleceği olarak okullarımızı ve bizleri tanımayan siyasiler tarafından yönetilmek yerine; bilimsel, demokratik ve özgürlükçü bir anlayış ile kültür ve geleneklere sahip çıkarak yönetilmenin önemini şu zor günlerde daha iyi anlıyoruz. Unutmayalım ki ödevler, sınavlar yapılır, notlar açıklanır ve hepimiz için belirleyici olan o ortalamalar hesaplanır ama bu günlerde anlayışla bizlere destek olan ve bu zor günlerin atlatılmasında yardımcı olan hocalar, yöneticiler ya da rektörler unutulmaz. Bizler ODTÜ öğrencileri olarak hakkımız olanı almak için sonuna kadar direnelim ve ODTÜ kültürünün nasıl ve ne şekillerde ortaya çıktığını unutmayalım; ki bizler için en önemli olan da budur. ODTÜ, kuruluşundan bu yana yaşadığı problemlere, sıkıntılara öyle güzel direndi ki; elinden zorla alınmak istenen özgürlüğünü öyle güzel korudu ki bizler bugün hala o özgürlük için direnebiliyoruz. O zaman hep birlikte söyleyelim;

Ne sermaye ne rektör, ODTÜ emekçinin ve öğrencinindir.”

Kaynakça

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz